SORU ARA

SORULAN SORU

Edep nedir? Edebimiz nasıl olmalıdır?

CEVAP

Allah’ın kulunda olmasını istediği bütün vasıf ve sıfatların tamamına edep denir. Edep; İslâm'ın güzel saydığı söz ve davranışlardır. Edep; her konuda haddini bilip¸ sınırı aşmamak¸ insanlara iyi muamelede bulunmak sünnet üzere hareket etmek¸ hataya düşmekten sakınılacak şeyi bilmektir.

Peygamber Efendimiz (sav)  “Edep Din’dir, din de edeptir” buyurarak inandığımız nizamın ve kutsal kitabımızın özünün edepten ibaret olduğunu vurgulamıştır. Edebi olmayanın dini de imanı da mukaddesatı da olmaz çünkü insanoğlu fıtri olarak edep üzere yaratılmıştır.

Hz. Mevlâna da şöyle der:

 “Eğer insanoğlu edepten mahrum ise insan değildir. İnsanın hayvandan farkı edeptir. Gözünü aç ve Allah’ın bütün kelamına dikkat et. Âyet âyet bütün Kuran’ın manası edeptir.”

Doğumdan ölüm arası yaşamın tamamı edep üzerinedir. Ana rahminden kız çocuğunun doğuşu ile erkek çocuğunu doğuşu farklılık arz eder. Kız çocuğu edep yerleri kapalı bir şekilde doğar. Allahu Teala Zül Celal ve Tekaddes Hazretleri annesine dahi mahremiyetine saygı duydurur. Edep görüldüğü üzere daha doğumda başlar ölene kadar devam etmesi gerekir.

“Onlar bir Edepsizlik yaptıkları zaman da: “Atalarımızı böyle bulduk ve bize bunu Allah emretti.” derler. De ki: “Allah, Edepsizliği emretmez. Bilmediğiniz şeyleri Allah’ın üzerine mi atıyorsunuz?” [1]

Allah-ü Teâlâ Hazretleri her işin bir edep dairesi içinde yapılmasını emretmiştir. İnsan hayatının her safhasında İslam’ın çizmiş olduğu bir edep mevcuttur. Edep, medeniyetimizde üstün bir ahlaki meziyet kabul edilerek çok büyük değer görmüştür. Ancak günümüzde büyük ölçüde insanlık, edep ve hayâ mahrumiyeti ve ahlakî çöküntü yaşamaktadır. Günümüzde ahlaki meziyetler insanlar tarafından hak ettiği değeri bulamamaktadır. Öyle ki, önceleri edep ve hayâ sahibi olanlar övülür, kıymetli görülürken şimdilerde edepli davranmak ve hayâ sahibi olmak bir eksiklik, bir zayıflık gibi algılanmaktadır. Edepli ve hayâlı insanlara, edep ve hayâyı telkin edenlere hor gözle bakılmaktadır. Edebe aykırı sözler sarf etmek ve ahlak dışı davranışları aleni olarak işlemek ise ne acıdır ki kimilerince cesaretin, özgüvenin ve özgürlüğün göstergesi kabul edilmektedir. Edepsiz insanlar el üstünde tutulmakta, hürmet ve saygı görmektedir. Bu hal ve davranışlar Rabbimizin gazabından başka bir şeyle karşılık bulmaz. Zira Kur’an-ı Kerim’de Allah-ü Teâlâ Hazretleri “İnananlar arasında hayasızlığın yayılmasını arzu eden kimseler var ya; onlar için dünya ve ahirette elem dolu bir azap vardır. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” [2]

Yunus Emre Hazretleri de edebi şöyle ifade buyurmuştur:

Ehl-i diller arasında aradım, kıldım talep, Her hüner makbul imiş; illâ edep illâ edep.

Gezdim Halep’i Şam’ı, eyledim ilmi talep, İlim gerideymiş; illâ edep illâ edep

Bazı insanlarda edep hali oturmuş bir halde temayüz [3] eder. Yaratılmış en büyük edep sahibi insanda Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (sav) Efendimizdir. Her haliyle edep ve adap misalidir.

Aşk eri Hz. Mevlana; Peygamber Efendimizin (sav) kulluktaki edebi şöyle anlatmıştır;

Efendimiz (sav)  miraca davet edildiğinde cennetteki huriler, gılmanlar, cehennemdeki zebaniler, yedi kat göklerdeki melekler, mukarrebûn melekleri [4], Süreyya yıldızındaki her türlü melekler her biri ayrı ayrı hazırlanarak yedi kat göklerde süslenmiş bezenmiş , tezyin edilmiş bir halde Hazreti Muhammed Mustafa’nın gelmesini bekliyorlardı. Hz. Muhammed (sav) huzuru rahmana gidiyorum diye öyle bir edebe bürünmüştü ki gözünün ucuyla dahi o cümbüşe dönüp te bakmadı. Allah’ın gayrında hiçbir şeye tenezzül dahi etmeden Sidretül Münteha oradan da refrefle kabe kavseyn makamına vardı. Buyurmuşlardır.

Şeyh’ül Ekber İbn’ül Arabi Hz.leri;

Hz. Muhammed Mustafa (sav) Efendimiz Allah’ın cemalini gördüğü zaman “Etthiyyatü lillahi vettayyibatü vesselavat, canlı cansız , bütün varlıkların her birinin övgüleri saygıları, hürmetleri sanadır Allah’ım” dedi. Ve Efendimiz sağ elini göğsünün üzerine koydu sol elini karın boşluğuna doğru yerleştirdi boynunu büktü Allah’ın katında edebinden iki büklüm oldu.  Sanki bir “ hu ”[5] gibi bir yumak haline bir nokta haline geldi. Diyor.

Peygamber Efendimiz (sav) böyle edep ve adapla Allahu Teâlâ’ya hürmet etti. Efendimizin bu edebi Önce Hulefayı Raşidin hazeratına temayüz etmiş daha sonra sahabeyi kiram hazeratına ondan sonra evliyaullaha temayüz etmiştir.

Bunun en belirgin bir şekilde zuhuru Hz. Osman Efendimiz de temayüz etmiştir. 

Hz. Aişe validemiz şöyle rivayet ediyor;

‘Rasulullah (sav) dizden aşağısı açık bir şekilde benim evimde istirahat ediyordu. Hz. Ebu Bekir geldi. Girmek için izin istedi. İzin verdiler. Hallerini değiştirmeden yattığı yerden Hz. Ebu Bekir’le sohbet ettiler. Sonra Hz. Ömer geldi. Girmek için izin istedi. İzin verdiler. Yine öylece yattığı yerden dizlerinin altı açık vaziyette sohbet ettiler. Daha sonra Hz. Osman gelip izin istedi. Rasulullah (sav) hemen toplanıp oturdu. Elbisesini üzerine aldı.

Bunun üzerine Hz. Âişe:

“Ey Allah’ın Resul’ü!” dedi, “Ebû Bekir ve Ömer için toparlanmadığınız hâlde, neden Osman gelince hâlinizi değiştirdiniz, elbisenizi düzelttiniz?”

Allah Resulü şöyle cevap verdi:

“Çünkü Osman çok hayâlı birisidir. Kendisinden meleklerin bile hayâ ettiği bir kimseden ben hayâ etmeyeyim mi?” [6]

Hz Osman Fahr-i Kainat Efendimiz (sav) ile el sıkıştığı günden sonra sağ eli hiç edep yerine değmemiştir.

Cennet Mekân Abdullah Baba Hz.leri de Bilal Baba Hz.leriyle ilk karşılaşıp kucaklaşmaları sonrası sakalları birbirine değince “Allah’ın evliyasının sakalı yüzüme değdi. Artık ben bir daha yüzüme jilet vurdurmam” demiş ve bir daha sakalına jilet vurdurmamıştır.

Edep sadece belli bir kalıp olarak almak da doğru değildir. Edepli olmak kadirşinas olmayı, hatırşinas olmayı gerektirir. Hudeybiye Antlaşması öncesi Rasulullah (sav) Efendimiz geliş amacını anlatmak üzere Kureyşliler’e Hz. Osman’ı elçi olarak gönderdi. Mekke’de Ebân b. Saîd b. Âs’ın himayesine giren Hz. Osman, amaçlarının savaşmak değil, sadece umre ziyareti yapmak olduğunu belirtti. Kureyşliler Osman’a, Müslümanların Mekke’ye girmelerine izin vermeyeceklerini ancak isterse kendisinin Kâbe’yi tavaf edebileceğini söylediler. Hz. Osman (ra) “Hz. Peygamber gelip tavaf etmeden ben asla Kâbe’yi Muazzamayı tavaf etmem, hicap duyarım” diyerek bu teklifi geri çevirir. İşte edep burada ortaya çıkıyor.  Daha sonra Sahabîler Hz. Osman'a, "Herhalde Kâbe'yi tavaf etmişsindir?" diye sorduklarında. Hz. Osman şu karşılığı verdi:

"Vallahi! Mekke'de bir yıl kalsaydım ve Rasulullah da (sav) Hudeybiye'de otursaydı, o, Kâbe'yi tavaf etmedikçe, ben yine tek başıma onu tavaf etmezdim." [7] buyurmuştur.

Müminlerin emiri Hz. Ömer (ra)'ın canına kastedilmişti. Ağır yaralıydı. Anladı, hissetti ki bu yara onun ölümüne vesile edecekti. Artık son anlarını yaşıyordu. Bir dileği vardı. Kızı Hafsa (ra)'ı Aişe (ra)'a gönderdi. Efendimiz (sav)'in ayakucuna defnedilebilmek için Hz. Aişe’den izin istedi. Zira orası müminlerin annesine aitti ve Hz. Aişe (ra)' ın babası Hz. Ebu Bekir (ra) da oradaydı. Hz. Aişe bu isteği şöyle karşıladı:

- Aslında o yeri kendim için düşünmüştüm. Fakat Ömer'i kendime tercih edeceğim.

Ve Hz. Ömer (ra) vefat edince Efendimiz (sav)'in ayakucuna defnedildi.

Müminlerin annesi Hz. Aişe (ra) Allah Resulü (sav)'in ve babasının kabirlerini serbestçe ziyaret ederdi. Ancak Hz. Ömer de oraya defnedildikten sonra kabirleri daha bir dikkatli ve daha bir örtünerek ziyaret eder oldu.

Cennet Mekân Abdullah Baba (ks) Hz.leri karşısına edepsiz bir kişi gelse dahi. O’ndaki edebin tesiri altında kalır, kendisine çeki düzen verirdi. Edep hususunda o kadar hassastı ki; Rahatsızlığından dolayı ameliyat olduğunda dahi, ayaklarını uzatmamıştı. Fakat ameliyattan sonra sağlığı açısından doktorlar, ayaklarını uzatıp, yatması gerektiğini söylediler.

Cennet Mekân ayaklarını uzatmak istemeyince dervişleri; efendim ayaklarınızı uzatmanız lazımmış şöyle yavaş yavaş uzatalım mı dediler. Cennet Mekân ayağını uzatırken bir garip oldu üzerine bir duygusallık çöktü. Yüzü acı acı bakarken “Ya Rabbi! bu güne kadar huzurunda ayağımı hiç uzatmadım. Bu hareketimden dolayı Senin affına sığınıyorum. Böyle bir edepsizlikten sana sığınırım.  Bizi affet Allah’ım” diye niyaz etmiştir.

Osmanlı Devleti döneminde Şair Cenab-ı Nabi’nin Ravzayı Mutahhara’yı ziyareti şöyle gerçekleşir:

Şair Nabi, hacca gitmek üzere bir kısım devlet erkânıyla birlikte yola çıkar. Kafile Rasulullah (sav) Efendimizi ziyaret etmek için Medine-i Münevvere’ye yönelir. Kafilenin şehre yaklaştığı bir gecede son defa mola verilir. Kafiledekiler kısa bir süre içinde yorgunluktan uykuya dalarlar. Gözüne günlerdir uyku girmeyen Peygamber âşığı Nabi ise o gece de uyumamaktadır. Gözleri yaşlı, Mescid-i Nebevî’ye kavuşacağı ânı beklemektedir. Rasulullah Efendimize bu kadar yakın olmanın hazzı sebebiyle de yerinde duramayıp gezerken gözüne birisi takılır. Kafiledekilerden biri ayağını uzatmış bir hâlde uyumaktadır. O anda bu zatı uyaracak ve uyandıracak tarzda şu mübarek mısraları söylemeye başlar.

Edebi terk etmekten sakın! Burası Allah-ü Teâlâ’nın Habibi’nin yeridir.

Burası Allah-ü Teâlâ’nın nazar ettiği, Mustafa’nın  (sallallahu aleyhi ve sellem) makamıdır.

Habîb-i Kibriyâ’nın yeridir ki; fazilette üstünlük bakımından Allah-ü Teâlâ’nın Arş’ının üstündedir.

Bu mübarek toprağın parlaklığından yokluk karanlıkları sona erdi.

Yaratılmışlar iki gözünü körlükten açtı.

Zira burası kör gözlere şifa veren bir sürme gibidir.

Gökyüzündeki hilal Onun kapısının yüreği yaralı âşığıdır.

O, gökyüzündeki hilâle ışığının nurundan veren kandildir.

Ey Nabi! Bu dergâha edebin şartlarına riayet ederek gir.

Zira burası meleklerin etrafında pervane olduğu ve peygamberlerin hürmetle öptüğü tavaf yeridir.”                                

Kafile sabah namazı vakti Medineyi Münevvere’ye ulaşır. Onlar Mescid-i Nebevî’ye girerken müezzinler Ezân-ı Muhammedî’den evvel Nabi’nin:

“Sakın terk-i edepten kûy-i mahbûb-u Hüdâ'dır bu; (Edebi terk etmekten sakın; Burası Allah-ü Teâlâ’nın Habibi’nin yeridir.)

Nazargâh-ı İlâhîdir makâm-ı Mustafa’dır bu” (Burası Allah-ü Teâlâ’nın nazar ettiği, Mustafa’nın (sallallahu aleyhi ve sellem) makamıdır.)

mısralarıyla başlayan naatını okuyorlardır. Nabi hayretler içindedir. Birkaç saat önce çölün ortasında okuduğu bu şiiri, şimdi Mescid-i Nebevî müezzinlerinin yanık seslerinden dinlemektedir. Sabah namazını eda ettikten sonra müezzinlerin yanına gider. Müezzinlerden birine:

“Allah aşkına Peygamber aşkına ne olursun söyle! Ezandan önce okuduğun naatı kimden, nereden ve nasıl öğrendin?” diye sorar. Müezzin de büyük bir heyecan içinde:

“Resulü Ekrem Efendimiz bu gece Mescid-i Nebevî’deki bütün müezzinlerin rüyasını şereflendirerek:

“Ümmetimden Nabi isimli biri Beni ziyarete geliyor. Bana olan aşkı her şeyin üstündedir. Bugün sabah ezanından önce, onun Benim için söylediği bu şiiri okuyarak Medine’ye girişini kutlayın.” buyurdular. Biz de Rasulullah Efendimizin emirlerini yerine getirdik” der.

İşte Müslüman’a yaraşır bir edep tablosu. İşte İslam’ın bayraktarlığını yapmış olan bir milletin hassasiyeti ve işte bu milletin münevverlerinden birisi olan şair Nâbi…

EDEPLE GELEN LÜTUFLA GİDER

Edep böyle bir şey. Çoluğunuzun çocuğunuzun, insanların yanında konuştuklarımıza, oturup kalktıklarınıza, giyindiklerinize dikkat edin. Önce edebi kendimiz hanemizde öğreteceğiz. Hz. Peygamber(sav) bize nasıl öğütlediyse biz o şekilde olmak mecburiyetindeyiz.

Mevlânâ Hazretleri:

“Aklım, kalbime: ‘İman nedir?’ diye sordu. Kalbim ise aklımın kulağına eğilerek: ‘İman edepten ibarettir.’ dedi.” buyurmuştur. Kulun edebi imanı ölçüsündedir. Allah’ın emrine uygun ameller işledikçe kulun imanı artar. Kulun imanı arttıkça Allah’a yakınlığı da artar. Bu yakınlık neticesinde manevi hali, anlayışı, hassasiyetlerinde olumlu manada değişiklikler olur. Netice olarak edebi de gittikçe artar ve Allah’ın Kur’an-ı Kerim’de ve Efendimizin hayatında bizlere örnek olarak gösterdiği hüsnü ahlak kişide belirmeye başlar.”

Rasulullah (sav) Efendimiz: “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.” [8] “Beni Rabbim terbiye etti ve edebimi ne güzel yaptı.” [9] buyurduğu üzere en güzel ahlak ile donatılmıştır.

Rabbimiz Zülcelal ve Tekaddes Hz.leri,  “Şüphesiz ki Allah’a, ahiret gününe iman edenlerle Allah’ı çok anan kimseler için Allah’ın elçisinde güzel bir örnek vardır.” [10] buyurarak, Efendimiz (sav) ‘in ahlakını örnek almamızı, her hal ve hareketine uygun davranmamızı bizlere Kur’an-ı Kerim’de bildirmiştir. Fıkıh ıstılahına göre ise edep, "Hz. Peygamber (sav)'in sünnetine uygun olarak yapılan hareketlerdir." Daha geniş ifadesiyle Allah'ın ve Peygamber'in emir ve yasaklarına uygun biçimde hareket etmektir. Zira Müslüman Rasulullah Efendimizin ahlakını, hayatını, muamelelerini, bakış açısını, dostluklarını, hastalığını, konuşmasını, yeme-içmesini, oturmasını, ibadet hayatını, aile reisliğini, cömertliğini, ticaretini, sadakasını vb. özetle her hal ve hareketini mutlak surette bilmeli ve Rasulullah Efendimizin ahlakıyla ahlaklanmaya ihlasla gayret etmelidir. Müslüman’ın erişmesi gereken ufuk budur.

Mevlana Celaleddin Rumi Hazretleri kürsüler sahibi çok meşhur, büyük bir âlim iken “Hocası daha senin öğreneceğin bir ilim yok” diyerek kendisini methederken, etrafında yüzlerce talebesi, bir çift sözüne bakan devlet adamları var iken her şeyini Kâinatın Efendisi Hazreti Muhammed-ül Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin ahlakıyla ahlaklanmak arzusuyla ümmi olan Şemsi Tebrizi Hazretlerinin yoluna terk etmiştir.

Bir gün Mevlana Hazretlerine “Biz sana bir soru sormak istiyoruz, müsaade edersen” dediler ve: “Sen Şems gelmeden evvel kimsenin şüphesi olmayacağı dört dörtlük bir mümindin, hocaydın, müderristin…

Mevlana Hazretleri, ”Evet doğrusunuz, doğru söylüyorsunuz” buyurdu…

- Peki, senin ibadetlerinde bir eksiklik var mıydı, diye sordular.

Mevlana Hazretleri: Hayır, diye cevap verdi.

- Peki, sen Şems’ten ne öğrendin ki bunun uğruna her şeyini bıraktın, terk ettin? Şimdi ise rengin sararmış, belin bükülmüş şu haline bak! Şems sana ne verdi, dediler…

Mevlâna Hazretleri bu suale gönülleri titreten şu muazzam sözlerle cevap buyurdular:

 Evet, dediklerinizin hepsi doğru. Lakin ben Şems’e rastlamadan önce üşüdüğüm zaman ısınıyordum ama Şems’ten sonra artık ısınamıyorum. Biliyorum ki ümmet-i Muhammet’ten üşüyenler var. Eskiden açken bir tas çorba içince doyardım. Ama şimdi ne kadar çorba içsem de doymuyorum. Biliyorum ki ümmet-i Muhammet’ten aç olanlar var. İşte Şems’in bana öğrettiği “Hazreti Muhammed-ül Mustafa’nın ahlakından başka bir şey değildir.” Buyurmuştur.

Dergâhlar Allah’a vuslat kapılarıdır. Kapılarının üzerinde “Edep ya hu” yani o Allah seni görüyor edepli ol ifadesi yazar. Cennet Mekân Abdullah Efendi Hz.lerinin bu hususta;

 “Allah seni görüyor, edepli ol! Yürürken edepli ol! Yemek yerken edepli ol! Su içerken edepli ol! Evde edepli ol! Tuvalette edepli ol! Otururken edepli ol! Alışverişte edepli ol. vs… Çünkü “O” beni her yerde görüyor, diye ihsan üzere yaşarsak işte o zaman nefis meratiplerini aşıp Allah-ü Teâlâ Hz.lerine vasıl oluruz.”  Buyruğunu unutmamak gerekir.

Tasavvuf yolunda ilerleyebilmekte edeple mümkündür. Tasavvuf baştan sona edeptir, edebi gözetmeyen Allahu Teâlâ’ya kavuşamaz. Dergâhların girişinde yazan “Edep Ya HU” yazısı bir manada edepli olmazsan bu kapıdan sana fayda yok anlamı taşımaktadır.

Sûfilere göre her vaktin, her hâlin, her makâmın bir edebi vardır. Bu edepleri gözetenler hedeflerine ulaşırlar, gözetmeyenler ise tam ulaştık dedikleri sırada bile edepsizlikleri yüzünden hedeften uzaklaştırılırlar.[11]

Hz. Mevlana;

“Bir köpeğe bir kapıdan bir lokma ekmek verilse, o kapıya bağlanır, o kapının minnetdârı ve hizmetkârı olur.

O köpeğe eziyet edilse, ona bir şey verilmese bile, o kapıdan ayrılmaz, oranın muhafızı ve bekçisi olur.

Âdetâ o kapının çavuşu olur, orada yerleşir kalır. Bir başka kapının çevresinde dolaşmayı nankörlük, küfür bilir.

O mahalleye başka bir yerden bir garip köpek gelirse, hemen o mahalle köpekleri bir araya toplanır, gelen garip köpeğe havlarlar; onu edebe dâvet ederler.

Ona derler ki: “İlk önce ekmeğini yediğin kapıya dön! Orada yediğin nimetlerin hakkı, senin gönlünü oraya bağlamandır!

Haydi git! Vakit geçirmeden eski yerine git, orada nâil olduğun nimetlerin hakkını yerine getir!” diye ona bağırırlar, onu ısırırlar.

Ey sana verilen mânevî yemekleri unutan kişi! Sen de gönül kapısından ve gönül sahipleri kapısından kaç kere âb-ı hayat içtin, gözlerin açıldı?

Hatırlamıyor musun? O gönül ehlinin kapısından aldığın mânevî gıdalarla, mânevî zevklerle bir çok defa âdetâ mest olmuş, kendinden geçmiş bir hâlde ayrılırdın?” [12]

Bu beyitlerde Hz. Mevlânâ, köpek nimete nail olduğu kapıya nasıl edeplenmek üzere sadakatle bağlanırsa, bir sâlikin de aynı sadakatle, o büyük kapıya aynı şekilde bağlanması gerektiğini anlatır.

Sonuç olarak ahlaki zafiyetlerin dört bir koldan etrafımızı sardığı şu zorlu günlerde Kur’an ve Sünnet’e uygun yaşayarak, bela ve musibetlerden uzak kalmak, İslam ahlakıyla ahlaklanmak istiyorsak, her hal ve hareketimizde edebe riayet etmek bizim en büyük yardımcımız olacaktır.

“Edeb bir tâc imiş nûr-i Hüda'dan, Giy o tacı, emin ol her beladan”

Rabbim edepsizlikten hayâsızlıktan cümlemizi hıfzı muhafaza etsin inşallah…

         



[1] Ar’af Suresi 28

[2] Nur Suresi 19

[3] Başkalarına göre üstün duruma gelme, sivrilme, seçkinleşme

[4] Cenâb-ı Hakk'ı zikirle, O'nu noksan sıfatlardan tenzihle ve her türlü kemâl vasıflarıyla takdîsle meşgul olan melekler

[5] Arapça yazılış olarak bir nokta gibi bir yumak gibi

[6] Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe: 26-27

[7] İbn-i Kayyum, Zâdü'l-Mead, 2:137.

[8] Ahmed b. Hanbel

[9] Suyuti

[10] Ahzâb Suresi 21

[11] Kuşeyri, Risale, s. 559; Sülemi, Tabakat, Kahire 1969, s.199

[12] Mevlana, Mesnevi, c.I, b.287-290




Okunma Sayısı : 7684

Soru Tarihi: 2/11/2018

Yorumlar
Bu soruya ait yorum bulunmamaktadır.
Bir Yorum Yazın
Adı Soyadı *
E-Posta *
Yorum *