KALBÎ HASTALIKLARIN TEDAVİSİ
KALBÎ HASTALIKLARIN TEDAVİSİ

Allah-ü Teâlâ cümlemizden razı olsun. Korktuklarımızdan emin, umduklarımıza nâil eylesin. Rızasına uygun ameller işlemeyi nasip ve müyesser kılsın. Hevâ ve heveslerimize bırakmasın inşallah.

Bu meclisler, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin; Hasan-ı Basrîlerden, Selman-ı Fârisîlerden, Hazreti Ali Efendimizden başlayan o kutlu silsilenin, bugüne kadar uzanan bir halkasıdır.

Allah'ın: “وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَمٖيعًا

"Hep birlikte Allah'ın ipine (Kur'an'a ve İslam'a) sımsıkı sarılın, parçalanıp ayrılmayın."[1]diye buyurduğu o sağlam Ehli Sünnet vel-Cemaat ipi, buraya kadar uzanmıştır.

Dolayısıyla, Efendimiz aleyhissalâtü vesselâmın ashab-ı suffesinin bir devamı olarak burada Allah'ın zikir meclisleri açılmış; Ehl-i Sünnet vel-Cemaat'i müdafaa etmek ve doğru bir itikadı hayatımıza hâkim kılmak için her perşembe, Abdullah Babamızın açtığı zikir sofralarına oturmaktayız. Rabbim, kıyamet sabahına kadar bu meclisleri dâim kılsın, bizleri de ölene kadar bu zikir halkalarından ayırmasın.

Şunu unutmayın kardeşlerim:

Her insan, Allah'ın zikrinde dâim olamaz. Rahmetullahi Aleyh Hazretleri Üstadımız (Abdullah Baba) şöyle derdi:

"Oğlum, bu meclislere insanlar gelirler. Gelen insanlara mânevî olarak bir aşı yapılır. Eğer adamın kanında, sütünde sıkıntı yoksa Ehl-i Sünnet vel-Cemaat'in müdafaasında dâim olur. Eğer sıkıntı olacak olursa o zaman bu yolda tutunamaz. Bu yol, akan büyük bir nehre benzer ki nasıl nehrin üzerindeki çerçöp, naylonlar kenarlara atıla atıla; o nehir kendisini ummana doğru götürürse mâneviyatta da işi olmayan, mânevî kabul görmeyen insanlar da böyle kenara atılır, atılır; şu veya bu sebeple bu yollardan uzaklaşır."

Rabbim bizleri o hale düşmekten muhafaza buyursun.

Bundan dolayıdır ki Allah-u Teâlâ Zülcelâl Hazretleri, ancak kendisine in'âm ve ihsanda bulunduğu kullarına, kendisini hakkıyla anma lütfunu bahşeder.

Çünkü Rabbimiz: “ فَاذْكُرُونٖٓي اَذْكُرْكُمْ

"Siz Beni zikredin ki Ben de sizi zikredeyim."[2]  buyuruyor.

Bir mânâda, Mevlânâ Hazretleri bu ayet-i kerimeyi şöyle tefsir eder:

"Allah-ü Teâlâ diyor ki: Ey kulum! Senin 'Allah' demen ile Benim 'kulum' demem aynı şeydir. Ben 'kulum' demezsem, sen zaten 'Allah' diyemezsin."

Hangi iyiliğin, hangi güzelliğin, hangi duanın karşılığıdır ki Allah-ü Teâlâ kendisini anma fırsatını bize bahşeylemiş! Rabbimize sonsuz şükürler ediyoruz ki Rabbim bunun devamını da ziyadeleştirsin inşallahurrahmân.

İkinci bir husus: Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmın vârisi olan mürşid-i kâmil'in sofrasına oturmak, onun elinden tutmak, ona biat etmek ne büyük nimettir.

Allah-ü Teâlâ “ يَدُ اللّٰهِ فَوْقَ اَيْدٖيهِمْۚ

"Onların ellerinin üzerinde Allah'ın eli vardır."  buyuruyor.

Rabbim o eli bıraktırmasın inşallahurrahmân.

İnsanların kalplerinde hastalık vardır. Ayet-i kerimede;

فٖى قُلُوبِهِمْ مَرَضٌۙ

"Onların kalplerinde bir hastalık vardır."[3]  diyor.

Ancak garip olan şu ki insanlar kalplerinde hastalık olup olmadığını da bilmiyorlar. Şu anda toplumun en büyük problemi de budur. Kalpte olan hastalığın ne olduğunu dahi teşhis edemeyecek kadar kendini kaybetmiş bir halde.

Onun için bir iki kelam edeceğim. Herkes kalbini şöyle bir yoklasın.

Kalpte beliren bir hastalık vardır ki tam ruhî bir hastalıktır. Buna "Şek Hastalığı" derler.

Nedir bu şek hastalığı?

Şüphe hastalığıdır ki "Acaba Allah var mı? Ahiret var mı? Peygamber var mı ki? Cennete, cehenneme gidecek miyiz? Böyle bir şey var mı ki? Gerçekten öldükten sonra dirilecek miyiz ya?"

Böyle insanın içerisine şüpheler gelip de içinde böyle konuşmalar meydana geliyorsa bilin ki bu adamın durumu küfür ehli olduğuna işarettir. Yani kâfir olduğuna işaret eder. Şek sahibi olanlar kâfirlerdir. "Acaba Allah var mı?" diye bu şekilde düşünmek, bunun devamı zaten ateizm denilen ruhî bir hastalıktır. Allah, bütün varlığıyla kâinatta "Ben varım!" diye haykırırken, "Allah yoktur." diye ısrar etmek, en büyük ruhî hastalıktır. Öyle mi?

Şu muazzam kâinata bir bakın! Her sabah, şaşmaz bir düzenle aynı vakitte doğan ve her akşam yine aynı intizamla batan bir güneşi, nasıl olur da kör bir tesadüfe bağlayabilir insan?

Ya da görünmeyecek kadar küçük bir damla sudan, bir nutfeden var edilmiş, en mükemmel şekilde yaratılmış bir insan... Bu eşsiz sanatı, hiçlikten ve karmaşadan ibaret bir rastlantıyla açıklamak, aklın ve izanın kabul edeceği bir şey midir?

Hele bir de şu insan yüzüne, her birimize nakşedilmiş olan o mükemmel ve benzersiz damgaya bakalım. Yeryüzündeki yedi milyardan fazla insanın her birinin burnu, gözleri, dudakları, yüz hatları ayrı bir âlem... Hepsi yerli yerinde, hepsi bir nizam içinde. Peki, tesadüf denilen şuursuz ve amaçsız güç, nasıl olur da bu yedi milyar farklı yüzü, bu kadar kusursuz bir düzen ve çeşitlilikle şekillendirip bir tanesinin bile burnunun yanlış yere çıkmasına müsaade etmez?

Bütün bu işlerde üstün bir kudret, sonsuz bir ilim ve mutlak bir hikmetle iş gören bir Yaratıcı'nın açık delilleri varken, insan nasıl olur da bunları hâlâ tesadüfe bağlar? Bu, aklı başında olan birinin yapacağı bir iş değildir.

İşte bütün bu anlattıklarımız, 'ateizm' denilen o ruhî hastalığın çarpık mantığıdır. Anlıyoruz değil mi?

Hâlbuki asla ve asla şek ve şüphe olmadan biliriz ki kullarına hiçbir şeyi başıboş bırakmayan, her an her şeye hükmeden bir Kâinatın Sahibi var! Öyle değil mi?

O Sahip ki mevsimleri getiriyor, rüzgârları estiriyor, ölü toprağa can veriyor ve onun bağrından yiyebileceğimiz sayısız nimeti, rızıkları çıkarıyor. Hayvanları hizmetimize sunuyor. Milyarlarcasını kestiğimiz halde, her sene tekrar tekrar, bereketiyle, tazeliğiyle önümüze seriyor.

Ve biz, bütün bu apaçık delillere, bu sonsuz kudret ve rahmet tecellilerine rağmen, hâlâ "Bunlar kendi kendine oluyor, kendi kendimize gelip gidiyoruz" diyebiliyoruz!

Madem her şey tesadüf; öyleyse güneş bir gün 'kafası bozulsa' da başka bir yerden doğsa ya da hiç doğmasa olmaz mı? Madem bir düzen yok; öyleyse tohum toprağa düşünce bazen ağaç, bazen taş bitsin! İşte, bu çelişkileri görememek, bu ilahi nizamı okuyamamak, en nihayetinde bir kalp ve akıl hastalığıdır.

 

Rabbim, bizleri böyle gaflet ve inkâr hallerine düşmekten muhafaza buyursun. Basîret gözlerimizi hakikati görecek, kalplerimizi iman ile dolduracak şekilde açsın. Âmin.

Ama şu anlattığım 'şek hastalığı'nı, 'vesvese' ile asla karıştırmayın. İnsanın içine, türlü türlü vesveseler gelebilir. Örneğin, "Ya bu kıldığımız namazlar gereksizse?" gibi bir düşünce zihni kurcalayabilir. Unutmayın, vesvese genellikle Allah'ı ve dini temelden inkâr etme noktasına varmaz; şeytanın kalbe attığı kuşkular ve saptırıcı düşüncelerdir.

Bu noktada Peygamber Efendimiz (sav)'in şu müjdesi hepimize bir güvencedir:

"Allah, benim ümmetimden, kalplerinden geçirdikleri düşüncelerden dolayı (hemen) sorumlu tutmayı kaldırmıştır; ancak onu dile getirir veya onunla amel ederse o başka."[4]

Anlıyor musunuz kardeşlerim? Sizden önceki ümmetler, sadece içlerinden geçen kötü düşüncelerden bile hesaba çekiliyordu. Ancak Allah (cc), Hazreti Muhammed (sav) ümmetine olan rahmetiyle, sadece kalpte duran ve eyleme/söze dökülmeyen vesveselerden dolayı bizi sorumlu tutmayacağını vaat etmiştir.

Fakat dikkat! Efendimiz (sav)'in bu müjdesi, "İçimden 'namazı boş ver' diye geçiriyorum, öyleyse sorun yok" demek için bir bahane değildir. Eğer bu vesvese, "Kalkmayayım" deyip namazı terk etmeye veya "Zaten gerekmez" diyerek o düşünceyi dile getirmeye dönüşürse, işte o zaman kişi o amelinden veya sözünden mesul olur.

Rabbim, bizleri şeytanın vesveselerinden muhafaza eylesin ve kalplerimizi selîm, imanımızı kavi kılsın.

İşte vesvesenin böyle bir etkisi vardır. Bazen bu vesvese öyle ileri seviyelere varır ki kişiyi gerçekten çok muzdarip eder ve mânen fevkalâde yorar. Bu sıkıntılı halin en temel sebeplerinden biri, taharete, yani temizlik kurallarına gereken özeni göstermemektir.

Rasulullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyuruyor ki:

“Sizden biri tuvalete girdiğinde şöyle desin: Allahumme innî e‘ûzü bike mine’l-hubsi ve’l-habâis.” “Allah’ım! Erkek ve dişi şeytanların şerrinden Sana sığınırım.” [5]

Efendimiz (sav) bu duanın hikmetini şöyle açıklamıştır:

“Hubus, erkek şeytanlar; habâis ise dişi şeytanlardır.”[6]

Kardeşlerim! bil ki tuvalet ve banyo gibi yerler, cinlerin ve habis ruhların bulunduğu mekânlardır. Bu yüzden Peygamber Efendimiz (sav), oraya girerken mutlaka Allah’a sığınmayı tavsiye etmiştir.

Çünkü bu sığınmayı yapmayan kimseye, şeytanlar orada vesvese verir, acele ettirir, taharetini eksik yaptırır, bazen de tuvalette gereğinden fazla oyalatır.

Öyle kimseler vardır ki banyoya girerler, iki saat çıkmazlar; tuvalete girerler, iki saat çıkmazlar. Vardır etrafınızda bunlar, doğru mu? Bunların hepsi, o şeytanü'l-ayn'ın (göz şeytanının) esiri olduğundan dolayı, insan bu hale düşer. Rabbim muhafaza buyursun.

Hâsılı kelam, insanın vesvesesi ancak taharetten dolayı olur.

Kardeşlerim Rasulullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) ümmetine her hâlinde temizlik adabını öğretmiştir. Buyuruyor ki:

“Sizden biri yıkandığı yere bevletmesin, sonra orada gusül alıp yıkanmasın.”[7]

Efendimiz (sav) bu hadis-i şerifte bildiriyor ki kim gusül yaptığı yere bevlederse o kişiye şeytan musallat olur. Çünkü şeytan, pisliği ve necaseti sever; bu hâl, vesveseye, dil tutulmasına, hatta bedenî ve ruhî rahatsızlıklara bile sebep olabilir.

Hâsılı kelam, bunlar da vesvesenin gelmesi için bir sebeptir. Rabbim bunlardan muhafaza buyursun.

Bu vesvese biraz daha ileriye gider. Kadınlar da banyoda fazla durduğundan dolayı kendilerine "velhân" şeytanı gelir. Velhân şeytanı kadınlara geldi mi, kadınlarda da temizlik hastalığı başlar.  Evden çıkar, "Ben ocağın altını kapattım mı, kapatmadım mı?" tekrar geriye getirirler. "Ben musluğu kapattım mı, kapatmadım mı?" tekrar... Öyle sürekli banyoya girer, sürekli tuvalete girer, sürekli orayı siler, olmaz burayı siler. Ellerinin bu şekilde yara olduğu kadınları gördüm. Var mı etrafınızda? Çok. Bu şekilde temizlik yapıyorlar. Bunlar hep velhân şeytanından olur. Rabbim bunlardan da muhafaza etsin.

İkincisi, kesinlikle mutfaklarınızda akşam bulaşık bırakmayın.

Üçüncüsü, sıcak suları lavabonun deliğinden dökmeyin. En azından ılık olarak dökerseniz çok iyi olur. Çünkü o şekilde yapacak olursanız, onlar da size çok büyük sıkıntılar verir.

Dört, evinizdeki bereketsizliğin sebeplerinden ve vesvesenin sebeplerinden de bir tanesi: Evinizde sakın ağzı açık çöp bırakmayınız ki bunların hepsi men edilmiş şeylerdir. Maalesef biz daha nerede, nasıl yaşayacağımızı dahi bilememekteyiz. Eskiden atalarımız bunlara çok dikkat ederlerdi, vesselam.

Kardeşlerim bilin ki şeytan, insanı her hâlinde aldatmak ister.

Ama en çok da namazda yaklaşır. Çünkü namaz, kulun Rabbine en yakın olduğu andır. Nice kimse vardır ki namaza durur, sonra kendi kendine sorar: “Ben üç rekât mı kıldım, dört müydü acaba?”

Hemen hemen hepinizin başına gelmiştir bu hâl. Peki, niye olur bu?

Çünkü insan bazen kendini tam manasıyla Rabbine teslim edemez. Kalp, Rabbin huzurunda olduğunu unutur. Şeytan da bu fırsatı bulur ve vesvese verir, dikkati dağıtır. Bu vesvese namazın geçerliliğini bozmaz ama sevabını azaltır. Namazın namaz olur, ama derecesi farklı olur. Biri yüz derece kazanır, biri on derece; bunu da ancak Allah-ü Teâlâ bilir. Biz, Rabbimizden niyaz ederiz ki: “Yâ Rabbi! Namazımızı kabul eyle, ecrini ve sevabını kat kat ihsan eyle.” Âmin.

 Onun için İbrahim Hakkı Hazretleri:

"Müslümanların ve mü’minlerin ölmüş kalplerine şifa olsun diyerekten, Allah-ü Teâlâ'nın ilham ettiği bir takım ilaçlar var, iksirler var. Onları da Ümmet-i Muhammed'e hediye olarak vereyim. Bunlardan bir tanesi: Kesinlikle ve kesinlikle Kur'an-ı Kerim okuyunuz.” diyor.

Yalnız şu demek değil Kur'an-ı Kerim: "Elhamdülillâhi rabbil âlemîn, errahmânir'rahîm, mâliki yevmiddîn..." Ben çok hızlı okurum falan. Öyle değil! Öyle Kur'an okunmaz. "Elhamdulillâhi rabbil âlemîn" - Hamd, Âlemlerin Rabbi olan Allah'a. "Er-rahmânir'rahîm" - Rahman ve Rahim. "Mâliki yevmiddîn" - Din gününün sahibi. "İyyâke nağbüdü ve iyyâke neste'în" - Yalnız Sana ibadet eder, yalnız Senden yardım dileriz. "İhdine'ssırâta'l müstakîm. Sırâta'llezîne en'amte aleyhim, gayri'l-mağdûbi aleyhim ve leddâllîn" - Ya Rabbi, doğru yola ilet; nimet verdiklerinin yoluna, gazaba uğramış (yahudiler) ve dalâlete düşmüşlerin (hristiyanlar) yoluna değil, Allah'ım! Bunu bu şekilde okuyacak.

"Elif Lâm Mîm. Zâlikel kitâbü lâ raybe fîh. Huden lil müttekîn" - O kitap ki asla şüphe yok. Âmennâ ve saddeknâ. "Huden lil muttekîn" - Muttakîler için bir hidayettir bu kitap. Elhamdülillah. "Ellezîne yü'minûne bil gaybi ve yukîmûnessalâte ve mimmâ razaknâhüm yünfikûn" - O mü'minler ki gayba iman ederler, namazlarını kılarlar, oruçlarını, zekâtlarını verirler... Ve o iman etmiş olan kullardır ki Allah'ın gaybına iman ederler. Devam edersiniz, geçersiniz ötekisine. "İnnellezîne keferû" - Kâfirlere gelince. "Sevâun aleyhim e enzertehüm em lem tünzirhüm lâ yü'minûn" - Onları uyarsan da uyarmasan da onlar kendi yollarına giderler ya Muhammed'im, diyor değil mi? Böyle okuyacaksınız.

Bunu okuduğunuz zaman, böyle mânâsına yan taraftan bakacaksınız: "Ya Rabbi, ben şu indirdiklerinin hepsine iman ettim."

Şimdi, Kur'an'ın bu şekilde okunması, Allah ile konuşmaktır. Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm buyuruyor ki:

“Biriniz Allah ile konuşmak isterse, Kur’ân okusun.”[8]

Bir de Kur'an okuyup, Kur'an'ın kendisine lânet ettiği kimseler vardır, diyor. O da nedir?

Örneğin, Nebe Suresi başlar: عَمَّ يَتَسَاءَلُونَ عَنِ النَّبَٓي الْعَظ۪يمِ الَّذ۪ي هُمْ ف۪يهِمْ مُخْتَلِفُونَ

("Onlar o büyük haber hakkında birbirleriyle sorup duruyorlar.") Kıyametten...

O zaman, “bu ayetlerin anlamını ehline sorayım; Allah-ü Teâlâ burada ne demek istiyor?” diyeceksiniz.

Bu şekilde Kur’an’ı anlayarak ve tefekkür ederek okuduğunuzda, kalbinizde muazzam bir uyanış meydana gelir.

Tevrat’ta ayet sayısı yaklaşık bir milyon kadardı. Peki, Kur’an-ı Kerim’de kaç ayet vardır? Yaklaşık 6.236 ayet vardır (besmeleleri saymazsak 6.200 civarı, bazı kaynaklarda 6.236–6.238 arası verilir). Bazıları 6.666 der; ancak besmeleleri çıkartırlar.

İmam-ı Gazâlî Hazretleri der ki: “Tevrat’ın bazı bölümlerine ulaştım. Orada şöyle bir ifade gördüm: Allah-ü Teâlâ diyor ki: ‘Ey kulum! Sana, sevdiklerinden bir mektup geldiğinde, o mektubu büyük bir özenle açıp incelersin. Peki, benim Kelâm-ı Kadîm’im olan bu ilâhî mesajıma niye aynı önemi göstermiyorsun? Yüzüne bakıp geçiyorsun? Sen böyle yaptığın için, rahmetimi senden kestim.’”

İmam-ı Gazâlî Hazretleri bunu vurgularken, Kur’an’ı aldığımız zaman da aynı özeni göstermemiz gerektiğini hatırlatır: “Allah’ın bana bir mesajı vardır diye, her ayeti dikkatle okuyunuz ve anlamaya çalışınız.”

İkincisi; Kesinlikle, mide düşkünü bir adam olmayın. Böyle olanların kalpleri ölür. Ahir zamanda, diyor Aleyhissalâtü Vesselâm:

“İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki bütün endişe ve gayretleri karınları (mîde ve şehvetleri) için olacaktır. Şerefleri, malları ile ölçülecektir. Kıbleleri kadınları olacaktır. Dinleri de dirhem ve dinarları olacaktır. İşte onlar mahlûkâtın en şerlileridir. Onların Allah katında hiçbir nasipleri yoktur.” [9]

 Öyle olmuyor mu? Daha sabah oluyor, "Öğlen ne yiyeceğim?" diyor. Öğlen oluyor, "Akşam ne yiyeceğiz?" diyor. Akşam oluyor, "Şimdi, yatmadan önce bir şeyler yemek lâzım, ne yesek ki?" diyor. Mideyi fazla doldurduğu zaman, Allah muhafaza etsin.

Rivayet edildiğine göre, Allah Resulü (sav) Medine'de, Müslümanlar arasında ilk defa maaşla görevlendirdiği bir doktor getirtmişti. Bu doktor Haris bin Kelede isminde bir zat idi. Doktor, iki sene boyunca bekledi, fakat sahabe-i kiramdan neredeyse hiç hasta gelmedi. Sonunda dayanamayıp Efendimizin huzuruna çıktı ve:

“Yâ Rasulullah! Müsaade ederseniz memleketime döneyim. Ben burada aç kalacağım, çünkü kimse hastalanmıyor. Siz nasıl hasta olmuyorsunuz?”

Rasulullah Aleyhissalâtü Vesselâm buyuruyor ki:

“Benim ümmetim acıkmadıkça yemez; yediğinde de doyasıya doymaz. Bundan dolayı onlar hastalık görmezler.”[10]

Efendimiz (sav) bu hadîsiyle bize yeme adabının sırrını öğretiyor. Yani: “Acıkmadan yeme, doyduğunda da sofrayı terk et.”

Bu, hem manevî bir terbiye, hem de tıbbî bir korunmadır. İşte bu yüzden hastalıkların en büyük sebebi, vakitsiz ve ölçüsüz yemektir. Sünnet olan, günde iki öğün yemektir: Biri sabah (duhâ vakti – yaklaşık 10.00–11.00 civarı) diğeri ise akşam vakti.[11]

Kırk gün boyunca hiç ara vermeden, her gün et yiyen bir insanın kalbinde hayvanî nefis ortaya çıkar, diyor büyüklerimiz. Çünkü et, nefsi kuvvetlendirir. Ölçüsüz yenildiğinde kişide öfke, şehvet ve saldırganlık gibi hayvanî sıfatlar kabarır. Bu hâl, insanın manevî dengesini bozar, Allah muhafaza, kişiyi günaha sürükler.[12] Onun için kırk gün üst üste et yenmez. Ama diğer taraftan, kırk gün boyunca et yememek de doğru değildir. Zira et, insana kuvvet verir; vücudu ve hafızayı destekler.

Rasulullah Efendimiz (sav) buyurmuştur ki:

“Et, dünyada ve ahirette yemeklerin efendisidir. Dünyada et bulunmadığında, onun yerine süt vardır.”[13]

Bir başka rivayette de:

“Kırk gün et yemeyen kimsenin ahlakı bozulur.”[14]

Yani denge esastır: Ne her gün et, ne de hiç et yememek.

İslam’da ölçü budur. Çünkü insanın hem nefsî yönü vardır, hem ruhî. Ruhun gıdası zikir ve ibadettir, bedenin gıdası da helal nimetlerdir.

Bugün bazıları “Biz et yemeyiz, biz veganız” diyor. Hâlbuki bu, fıtratın dışına çıkmak demektir. Allah’ın helal kıldığını kendine haram kılmak yahudilerin sapkın bidatlerinden biridir. Kur’an-ı Kerim’de de bu husus açıkça beyan edilir:

“Allah’ın sizin için yarattığı rızıkları haram kılmayın ve haddi aşmayın.”[15]

Yakup aleyhisselam, Yusuf aleyhisselâma olan özlemiyle çok ağladı, bu hüzün vücuduna da etki etti. Rivayete göre (tefsirlerde geçer), deve eti ve sütünü yememeyi (kişisel bir adak olarak) kendi nefsine adadı. Sonra yahudiler bunu dini bir kural hâline getirdiler. Bu da Tevrat’ta helal olan bir şeyi kendilerine haram kılmalarına sebep oldu.[16]

Rasulullah Efendimiz (sav), Medine’de yahudi âlimi Abdullah bin Selâm (ra) İslâm’a girmek istediğinde ona sordu:

“Devenin sütüyle etini de yiyecek misin?”

O da, “Evet, yâ Rasulullah,” deyince,

Efendimiz (sav) buyurdu:

“O hâlde seni İslam ümmetimden kabul ediyorum.”[17]

Görüyor musunuz? En ufak bir yahudi âdetine veya haram kılmaya taviz verilmemiştir. Çünkü Allah’ın helal kıldığını haram görmek, insanı yanlış bir yola götürür. İslam, denge dinidir. Ne israf, ne aşırılık; her şeyde itidal…

 Üçüncüsü: Muhakkak gece teheccüd namazlarına kalkınız. Teheccüd namazına kalkan kişinin kalbi uyanır. İki rekât namaz da olsa muhakkak kılın.

"Ya hocam, öyle ki kas katı kesildim, taş oldum sanki gözümde dahi yaş çıkmıyor." Dördüncüsü işte bu: Seher vaktinde, tam imsak girmeden yarım saat önce kalkacaksın, iki rekât namaz kılacaksın. Allah-u Teâlâ,

وَالْمُسْتَغْفِرٖينَ بِالْاَسْحَارِ

"Onlar, seher vakitlerinde Rablerine istiğfar ederler."[18] 

Gecenin üçte ikilik, tam imsakın önündeki vakitte ne diyor?

"Var mı Benden affını talep eden? Ona affımı vereyim."

İşte o vakitte geldiği anda, Allah-ü Teâlâ Zülcelâl Hazretleri af ve mağfiretine mazhar ediyor.

Beşincisi de, diyor o mübarek zât: "Allah'ın dostlarıyla dost olunuz ki kalpleriniz diri kalplerle dirilsin."

Mevlânâ Hazretleri öyle diyor ya: "Benim duam kabul olmuyor, benim gönlüm uyanmadı diyorsan; bir uyanık kalp, temiz bir dil, Allah'ı zikreden bir gönlün yanına varırsan, sen de uyananlardan olursun."

Rabbim uyanmayı nasip etsin. Hakkınızı helal edin. Geceniz mübarek olsun. Cumanız mübarek olsun. Allah'a emanet olun inşallah.

 

[1] Âl-i İmrân, 103

[2] Bakara, 152

[3] Bakara, 10

[4] Buhârî, Talâk, 11; Müslim, Îmân, 201

[5] Buhârî, Vudû’, 9; Müslim, Tahâre, 60

[6] Nevevî, Şerhu Sahîh-i Müslim, c.4, s.71

[7] Ebû Dâvûd, Tahâre, 16; Tirmizî, Tahâre, 17; Nesâî, Tahâre, 7

[8] Camiü’s-Sağir, Hadis No: 4991

[9] Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, XI, 192/31186

[10] İbn Mâce, Et‘ime 50; Tirmizî, Zühd 47; Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, no: 8188.

[11] İmam-ı Gazâlî, İhyâ-u Ulûmi’d-Dîn, c.3, Kitâbü Âdâbi’l-Ekl

[12] İmam-ı Gazâlî, İhyâ-u Ulûmi’d-Dîn, c.3, Kitâbü Âdâbi’l-Ekl; Abdülkadir Geylânî, el-Gunye li Tâlibî Tarîkı’l-Hak, c.2, s. 75

[13] İbn Mâce, Et‘ime 30; Deylemî, el-Firdevs, no: 1620.

[14] Kaynak: Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.5, s. 24

[15] En‘âm Sûresi, 6/118–121.

[16] Taberî, Câmiu’l-Beyân, 3/28; Kurtubî, el-Câmi‘ li-Ahkâmi’l-Kur’ân, 2/74.

[17] İbn Hişâm, es-Sîre, c.2, s. 412; İbn Sa‘d, et-Tabakât, c.5, s. 381.

[18] Âl-i İmrân, 17

Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK kapsamında toplanıp işlenir. Detaylı bilgi almak için Veri Politikamızı / Aydınlatma Metnimizi inceleyebilirsiniz. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.