Mevlana Hz.lerinin Hayatı

 MEVLANA CELÂLEDDÎN-İ RÛMİ HAZRETLERİ

“Levlâke levlak lemâ halaktül eflak”

“Ey Habibim! Sen olmasaydın, Ben bu âlemleri yaratmazdım[1] buyuran Rabbimiz Zülcelal ve Tekaddes Hazretleri, Rasulullah Aleyhissalatü Vesselam Efendimizi çok sevmiş, çok değer vermiş ve yaratılmışların en kıymetlisi olduğunu ifade etmiştir. Varlık aynasında zuhur eden en azîm nûr, Rasulullah Aleyhissalatü Vesselam Efendimizin mübarek nurudur. Hakk'ın sâdık kulları, ruhlarını Onun muhabbet-i pâkiyle tecellîdâr eylerler ve bu iştiyâk ile ehl-i dil olup, sultanü'l ervâh makamına yani mana sultanları arasına vâsıl olurlar.

Rasulullah Efendimizi seven, Onun yoluna tabi olan ve her iki cihanın da sultanı olma şerefine erişen gönül erlerinin en kıymetlilerinden birisi de kendisini,

Men bendey-i Kur'ânem, eger cân dârem.

Men hâk-i reh-i Muhammed Muhtârem.

Ger gayr ez în gûyem ez men ân gûyem.

Ber bendey her çi gayr ez în gûyed bârem.

Sağ olduğum müddetçe Kur’an’ın bendesiyim ben!

Muhammed Muhtar’ın yolunun toprağıyım ben!

Kim benden buna ters bir söz naklederse,

Ondan da o sözünden de şikâyetçiyim ben.[2] buyurarak ifade eden Âşıklar Sultanı Mevlana Celaleddin Rumi Hazretleridir.

İlmi, irfanı, edep ve tevazuu, aşk ve vecd hali ile İslam’ın rahmet kapısını insanlığa açan Mevlana Celaleddin Rumi Hazretleri; yedinci Hicret asrında Rebiulevvel ayının 3. günü (Miladi 27 Eylül 1207 tarihinde) Belh şehrinde dünyaya gelmiştir. 

Asıl adı “Muhammed” lakabı “Celaleddin” olan Mevlana Hazretlerinin babası Sultan-ül Ulema Bahaddin Veled Hazretleridir. Baba tarafından soyu Hazreti Ebu Bekir-i Sıddık (ra) Hazretlerine, anne tarafından soyu da on dördüncü göbekte Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin torunu Hazreti Hüseyin Efendimize uzanmaktadır. 

Küçük yaşlarından itibaren ilmi eğitimine başlayan Mevlana Hazretleri, ilmî sahada akılların alamayacağı yüksek derecelere ulaşmıştı. Zahiri sahada öğreneceği bir ilim kalmamıştı. Ancak O Âlimler Sultanı, “Ledün İlmi” olarak bilinen Kur’an-ı Kerim’de Musa ve Hızır (as) bahsinde:

“Biz, katımızdan ona rahmet ihsan etmiştik ve katımızdan ilim belletmiştik.”[3]

ifadesiyle haber verilen manevi ilimden yoksundu. Ne zamanki Peygamber varisi Şems-i Tebrizi Hazretlerinin manevi terbiyesi altına girdi, işte o zaman maddeden mânâya ermeye yani Cenab-ı Hakk’ın ilahi saltanatını gönül aynasından seyretmeye başladı. Molla Celaleddin, Şems Hazretlerinin manevi terbiyesinde çok büyük bir mürşid-i kâmil, Âşıklar Sultanı Mevlana Celaleddin Rumi Hazretleri oldu.

Şems-i Tebrizi Hazretlerinin Mevlana Hazretlerine öğrettiği, tozlu raflarda, kitaplar arasında nakledilen bilgilerin çok ötesindeydi…

Şems-i Tebrizi Hazretleri ile Mevlana Hazretlerinin yolunun kesişmesi tesadüfi değildir. Bu olay Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin “Divan-ı Salihin”de irşat vazifesini Şems Hazretlerine vermesi üzerine vuku bulmuştur. Şöyle ki:

Divan-ı Salihin, Rasulullah Efendimiz nezaretinde toplandı. Bu toplantı esnasında, Hazreti Muhammed-ül Mustafa (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz:

“Rum diyarında Molla Celaleddin’in irşad olunması gerek” buyurdu.

Bunun üzerine divanda bulunan ve Kırklardan olan Şems-i Tebrizi Hazretleri manen bildiği için el kaldırıp: “Ben irşad edeyim ya Rasulullah”  dedi.

Peygamber Efendimiz:

“Fakat irşad edenin bu uğurda bir baş vermesi gerek” demesi üzerine

Şems-i Tebriz-i Hazretleri:

“Ben varım Ya Rasulullah!” dedi ve Divanı Salihin’de manevi görevi aldı.

 

Şems Hazretlerinin manevi terbiyesi altında yetişen Mevlana Hazretleri, Hakk’a vuslat yolunda bir mürşid-i kâmile intisap etmenin zaruretini:

“Kendine bir yol gösterici bir mürşit seç. Çünkü rehbersiz sefere çıkmakta afet, korku ve hata vardır. Eğer bir üstad-ı kâmil bulursan, ona Hazreti Musa’nın Hızır’a (as) teslim olduğu gibi teslimiyet göster. Elini pir olandan başkasının eline teslim etme. Zira Hak, o elin destgîri ve muinidir.”[4] buyurarak beyan etmiştir.

 

“Bîmâr râ în dem tabîbey bâyed

Vernâ cân-ı şîrînş ber âyed zi dest

Hasta olanın şimdi bir tabibe ihtiyacı vardır.

Yoksa onun tatlı canı elinden gider.” [5]

Bir gün Mevlana Hazretlerine soruyorlar:

“Efendim, Şems-i Tebrizi Hazretleri gelmeden evvel kimsenin şüphesi olmayacağı dört dörtlük bir mü'min, müderristiniz. Siz zaten her şeyi biliyordunuz, din ve fen ilimlerinde zirveydiniz.

“Peki, Sizin ibadetlerinizde bir eksiklik mi vardı?” dediler.

Mevlâna Hazretleri:

“Hayır” diye cevap verdi.

“Peki, Efendim Şems Hazretlerinden ne öğrendiniz ki… Şems Size ne öğretti?”

İşte o zaman Mevlâna Hazretleri bir mürşidi kâmile tabi olmanın ehemmiyetini ifade eden, peygamberî ahlakın ve Tasavvuf’un özünü izah eden şu muhteşem açıklamayı yaptı:

“Evet, dediklerinizin hepsi doğru... Ama Ben Şems'e rastlamadan önce üşüdüğüm zaman ocağa birkaç odun atar ısınırdım. Artık ne kadar odun atsam da ısınamıyorum. Biliyorum ki ümmeti Muhammed’den üşüyenler var! Eskiden açken bir tas çorba içince doyardım. Ama şimdi ne kadar çorba içsem de doymuyorum. Biliyorum ki ümmeti Muhammed’den aç olanlar var. İşte Şems Bana bunu öğretti. Anladım ki Üstadım Şems’in bana öğrettiği Fahri Kâinat Efendimizin ahlâkının tâ kendisidir.”

Hayatının hiçbir safhasında Efendimize bağlılıkta zafiyete düşmeyen ve bunu “Aklı Muhammed Mustafa’nın önünde kurban et. Hasbiyallah de ki kula Allah yeter.”[6] buyurarak ifade eden Mevlana Hazretleri, Efendimizin bütün Sünnet-i Seniyyesine uygun yaşamayı şiar edinmiştir. O, aşk ufuklarında öyle yükselmiş öyle yükselmiş ki ruhlara şifa, geceye nur, kupkuru gönüllere rahmet olan beyitler gönlünden süzülüvermiştir. O aşk ateşinin yangınıyla vefatını dahi “Şeb-i Aruz” yani düğün gecesi, dünya gurbetinden kurtuluş, vuslata eriş olarak nitelendirmiştir. Şöyle ki:

Âşıklar Sultanı Mevlana Hazretleri, Miladi 1285 senesinde hastalandı. Hastalanıp da ölüm döşeğine yatınca yakından uzaktan (manevi olarak) haber alan tüm dervişleri Mevlana Hazretlerinin dergâhına akın etmeye başladılar. Onun bu hastalığı kırk gün kadar sürdü. Tedavisi için hekimler ne kadar uğraşsa da, müspet bir netice almak mümkün olmuyordu:

Vefatının yaklaştığı sıralarda hocası Sadreddin Konevi Hazretleri ve şehrin ileri gelen âlimleri geldiler:

“Allah-ü Teâlâ (cc), acil şifalar versin. İnşallah, en kısa zamanda sıhhat bulursunuz! Zira siz, âlemin ruhusunuz; âlem sizinle hayat bulur!” dediler.

Mevlana Hazretleri de onlara:

“Allah-ı severim diyenden de sevdim diyenden de usandım. Ben dostuma gidiyorum. Sizler niyaz ederek benim yolumu kesiyorsunuz. Üzülmeyin, ben vefat edince düğün dernek kurun. Bundan sonra bu günde “ŞEB-İ ARUZ” yapın.” buyurdular.

Mevlana Hazretlerinin “Dinin ve Gönlün Hüsâmı” olarak övdüğü kıymetli dervişi Hüsamettin Çelebi Hazretleri, Mevlana Hazretlerinin son demlerinde yaşananları şöyle anlatır:

Mevlana Hazretlerinin son günü idi. Fevkalade yiğit bir delikanlının, Üstadım Mevlana’nın bulunduğu yerde belirdiğini gördüm. Mevlana, kalkıp bu delikanlıyı karşılayarak bana; döşeği kaldırın, buyurdu. Ben hayret ettim. Çünkü Üstadım hasta idi.

O delikanlının yanına varıp:

Siz kimsiniz ki üstadım hasta yatağından kalkarak sizi karşıladı, diye sordum.

O da:

Ben, Azrail’im! Rabbimizin emrini yerine getirmek, Mevlana’yı öbür âleme davet etmek için geldim, dedi.

Üstadım Mevlana da:

 “Rabbimiz, beni kendi Hazretine davet ediyor! Artık gitmek zamanı gelmiştir. Ya Azrail! Çabuk ol! Beni Rabbime çabuk kavuştur!” deyip kelimeyi şahadet getirdi ve bu fani hayata gözlerini yumdu.

Aşk Eri Mevlana Hazretleri, Miladi 20 Aralık 1285 tarihinde 78 yaşında iken vefat etti. Allah rahmet etsin, şefaatlerine nail eylesin.

“Kardeş, Mezarıma defsiz gelme; çünkü Allah meclisinde gamlı durmak yaraşmaz.

Hak Teâlâ beni aşk şarabından yaratmıştır. Ölsem, çürüsem bile, ben yine o aşkım.”

                                                                                                          Mevlana Hazretleri

 Mevlana Celaleddin Rumi Hazretleri ibadete çok hassasiyet gösteren bir zattı. Namaz vakti gelince, kıbleye döner ve mübarek yüzünde bir renk değişikliği olurdu. Onun namaza hazırlanışı Hazreti Ali (ra) Efendimizin namazını hatırlatırdı. Namazını tam bir gönül açıklığı ile kılardı. Daima abdestli olmaya özen gösterir; nafile ibadetlere de çok önem verirdi. Allah’ın zikrinden asla taviz vermez her daim zikir ile meşgul olurdu. İlahi aşk ile ruhu öylesine coşkun bir hal alırdı ki vecde gelerek sema ederdi. Sema esnasında da Allah’ı zikrederdi.

Tarihten günümüze güzel ahlakı, edebi, ilmi, irfanı, yaşantısı, eserleri ile dönemindeki insanlara hatta kendisinden asırlar sonra gelecek insanlara dahi ışık tutan Mevlana Celaleddin Rumi Hazretleri; hayatı, eserleri, sohbet ve tavsiyeleri ile günümüzde olduğu gibi gelecekte de bütün dünyaya “Kur’an ve Sünnet” ölçüsünü anlatmaya, öğretmeye devam edecektir. Nice nefsinin ve şeytanın buyruğunda kaybolan, manevi huzuru arayan, aşkı arayan gönül Mevlana Hazretlerinin “Gel! Gel! Ne olursan ol yine gel! İster kâfir, ister mecusi, ister puta tapan ol yine gel! Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir. Bin kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel!” hitabında huzura erecek, hakikati görecektir…

Aşk Eri Mevlana Celaleddin Rumi Hazretleri Rasulullah Aleyhissalatü Vesselam Efendimizin aşkıyla, yandı tutuştu. Her daim Rasulullah Efendimize tabi olmanın ehemmiyet ve önemini, Sünnet-i Seniyye’ye uygun yaşamanın kıymetini, gerekliliğini anlattı ve bu nurlu yolda kemale erdi.

Bu aşk ve muhabbet, bu bağlılık hangi söze sığar bilinmez. Ancak şuna eminiz ki Mevlana Hazretlerinin baktığı yerde, duyduğu seste, aldığı nefeste, tuttuğu nesnede ve hakeza her bir anında Rasulullah Efendimizin izi, özü, sözü vardı. O öylesine bir aşkla bağlıydı ki Efendimize, her daim Onu överek, meth-ü sena ederek bu hissiyatını izhar eder:

“O güzelin vasfını anlatmaya ve izah etmeye benim gücüm ve takatim yoktur. Rabbimden şunu isterim: Bana gökler genişliğinde bir ağız ver ki meleklerin dahi vasfını ve sıfatını anlatmaya aciz kaldığı o Muhammed-ül Mustafa'yı öveyim.”[7] buyururlardı.

Günümüzde birçok çevrenin sahiplendiği, ilham aldığını iddia ettiği, hümanist gösterilen, birçok da iftiraya maruz kalan Aşk Eri Mevlana Hazretleri; hayatını Allah ve Resulüne bağlılık ile geçirmiş çok müstesna bir mürşid-i kâmildir. Onun eserleri de, sözleri de, şiirleri de, nasihatleri de Allah ve Resulüne uğramadan anlaşılmaz. İslam’a uygun olmayan hiçbir söylem, Onun ismi ile yan yana yazılamaz. Zira O:

“Cevân devletîm mâ ve ân hem yâr-i mâst

Fedâ kardenen cân der ân dildâr-i mâst

Ser-i in kâfile-yi mâ Muhammed Mustafâst

Ze peyğamberân peyğamberi halfâst

Genç talih bizim yârimiz.

Sevgiliye can vermek de işimiz, gücümüz.

Bizim kafilemizin başı,

Yol göstereni Hazreti Muhammed Mustafa'dır.” buyurduğu üzere en güzel, en doğru, en büyük rehberin kılavuzluğundan asla ayrılmamıştır…

 

[1] İmam Beyhakî  Şuabü'l-Îmân (Şuabül İman / İmanın Dalları) Hadis No: 44 1. Cilt, Sayfa 142, İmam Suyûtî, el-Hâvî li'l-Fetâvî "Faslun fî kavlihî sallallâhu aleyhi ve selleme: 'Levlâke mâ halaktul eflâke'" başlıklı bölüm.

[2] Mesnevî, Cilt: 2 Beyit: 1753

[3] Kehf suresi 65

[4] Fîhi Mâ Fîh, Mecâlis-i Seb'a (Yedi Meclis)

[5] Mesnevî, Cilt 1, Beyit: 2326

[6] Mesnevî, Cilt 4, Beyit: 1402

[7] Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Divân-ı Kebîr, Na't.

 

Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK kapsamında toplanıp işlenir. Detaylı bilgi almak için Veri Politikamızı / Aydınlatma Metnimizi inceleyebilirsiniz. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.