Sayfa Yükleniyor

Abdullah Baba Hz.lerinin 8. Vuslat Töreninden Nuri KÖROĞLU Hocamızın Konuşması

“Mürşidi Kâmilin Ehemmiyeti ve Lüzumu, Dervişlerin Manevi Seyri”

 

Elhamdülillahi Rabbil Âlemin. Vel akibetü lil müttegin. Vesselatü vesselamu alâ seyyidina ve nebiyyina ve şefiina Muhammed ve alâ âlihî ve sahbihî ecmâîn.  Euzü billahimineşşeytanirracim bismillahirrahmanirrahim. Ve mimmen halâknâ ümmetün yehdûne bil hakkı ve bihî yâ’dilûn. Sadakallahul azim.  Ve belleğina rasulünen nebiyyühül kerim. Ve nahnü alâ zalike mineşşakirineşşahidine bi kalbin selim.

Değerli Kardeşlerim;

Pirimiz, Üstadımız Abdullah Gürbüz (ks) Aziz Hazretlerinin Hakk’a vuslatının 8. yıldönümü münasebetiyle; Üstadımızın himmeti, tasarrufu ve davetiyle, bir araya toplanmış bulunmaktayız. Peygamberimiz Hazreti Muhammed Mustafa (sav) Efendimiz, “Allah’ın dostlarının anıldığı yere Allah’ın rahmeti iner, fazlu mağfireti yağar.” buyurmuşlardır. Rabbim cümlemizi rahmetiyle, in’am ve ihsan ettiği fazlu mağfiretiyle yargıladığı kullarından eylesin.

Mürşidi kâmil olan zatlar, ezel âleminde Allah’ın seçtiği ve zat-ı ikramıyla lütufta bulunduğu kimselerdir. Aşk eri Mevlana’mız: “Pir olan zatlar, daha bu âleme gelmeden evvel, ruhları salâvat deryasında yüzen, ilmi ezeliyle Allah’a âşık olmuş erlerdir. Onlar, tenlerinden evvel can nakşını almışlar, denizlerden evvel inciler dermişlerdir. Kâinatın sahibi, âlemlere rahmet kılmak için mürşidi kâmilleri kâinata peyderpey göndermiştir.”, buyurdular.

Aziz Mahmud Hüdai Hazretleri de, “Tenezzül eyleyip vahdet ilinden, şu kesret âlemini seyrâna geldik!” Yani biz vahdet ilinde, cemali ilahiyenin keyfi içerisindeyken tenezzül ettik de şu çokluk âleminin içerisine girdik, diyor.

Üstadımız gibi mürşidi kâmil olan bir sultanın ehemmiyet ve lüzumunun daha iyi anlaşılabilmesi için, Cenab-ı Muhammed-ül Mustafa (sav) Efendimize müracaat etmek istiyorum:

Peygamberimiz (sav)’e vahy-i ilahi, 23 yılda peyderpey geldi. Cebrail (as), “Musa’nın kavminde de hakka ileten ve adaleti hak ile yerine getiren kimseler vardır.’’ (Araf-159) ayetini getirince, Rasulullah (sav) Efendimiz mahzun oldular. Allah-u Teâlâ Hâbir ismiyle haberdar, Âlim ismiyle bildiği halde dedi ki: “Ey Cibril! Muhammed’imi mahzun kılan nedir?” Cebrail (as)’ın suali üzerine Rasulullah (sav) Efendimiz şöyle dedi: “Benim ümmetimin ömrü kısa, amelleri az olacak. Benden sonra da bir peygamber gelmeyeceği için onların dalalete düşmesinden endişe ediyorum.” Allah-u Zülcelâl Hazretleri Araf suresinin 181. ayeti kerimesini indirdiler. “Bizim yarattıklarımızdan hakka ileten ve adaleti hak ile yerine getiren salih kimseler vardır.” (Araf 181) Bu ayeti kerimeyi duyunca Cenab-ı Peygamber Aleyhissalatü Vesselamda muazzam bir keyfiyet hâsıl oldu. Çünkü bu ayeti kerime peygamber varisi zatların, Peygamber Efendimizden sonra devam edeceğine dair Allah’ın vermiş olduğu bir müjdeydi ve Allah-u Teâlâ kutsi hadiste: “Şeriatla amel edip Muhammed’imin sünnetini ihya edenleri, israiloğullarının peygamberlerinin muadili kıldım”, buyurdu. Bu müjdeyle Rasulullah (sav) Efendimiz sahabeyi kiramın yanına geldiler ve: “Ey ashabım! Benim ümmetimin evliyaları, israiloğullarının peygamberlerinin muadilidir.” buyurdular.

Bunlar Peygamber Efendimizin varisi olan mürşidi kâmil zatlardır. Sahabeyi kiram hazeratının içerisinde çok mürşidi kâmil zat vardır. Bunlardan misal vermek istiyorum:

Hazreti Ebu Bekir (ra) bunların başında gelir. Mekke’den Medineyi Münevvere’ye hicret ederken Sevr Mağarası’na sığındılar. Allah’ın Rasulüne sıkıntı geleceğinden korktuğu için Hz. Ebu Bekir Efendimizde bir titreme hâsıl oldu. Rasulullah (sav) Efendimiz: “Ya Ebu Bekir! Korkma! Üçüncüsünün Allah olduğu iki kişiyiz, sakın korkma. Dilini damağına yapıştır ve La İlahe İllallah de…” buyurdu ve Hazreti Ebu Bekir’e tek nefeste yirmi bir kere kelimeyi tevhidi okuttu. Hazreti Ebu Bekir’in vücudunu öyle bir hararet bastı ki bütün dünyanın gam ve kederi kendisini terk etti. Hazreti Ebu Bekir Efendimiz Medineyi Münevvere’ye vardıklarında yine acayip haller içerisine düştüler. Mağarada başlayan seyri süluk kendisini göstermeye başladı. Allah’ın Rasulüne şöyle dedi: “Ya Rasulullah Bende garip bir hal oluyor.” Rasulullah (sav) Efendimiz; “Nedir ya Ebu Bekir?” Hazreti Ebu Bekir Efendimiz; “Nereye bakarsam mübarek cemalinizi görüyorum. Öyle ki eşimin yüzünde dahi cemalinizi görüyorum.” dedi. Rasulullah (sav) Efendimiz, “Allah mübarek etsin. Buna fenafirresul makamı derler ya Ebu Bekir. Şu esmayı oku, seyri sülukuna devam et.” dedi ve o esmayla devam eden Hz. Ebu Bekir Efendimiz, fenafillâh makamına ulaştıklarında şu ifadeyi kullandı; “Kâinatta hiçbir varlık görmedim ki onda önce Allah’ı, sonra o varlığı görmeyeyim.” Zira Hazreti Ebu Bekir Efendimiz nereye bakarsa Allah gören gözü olmuştu. Buna fenafillâh denir.

Hz. Ömer, Hz. Osman Efendimiz de seyri süluklarını tamamladılar. Onlara çok teferruatlı oldukları için girmek istemiyorum.

Hz Ali (kvc) Hazretleri ki velayetin kapısıdır. Rasulullah (sav) Efendimiz bir hadisi şeriflerinde; “Ben ilmin şehriyim, Ali de kapısıdır.”, buyuruyor. Cümle evliya olacak zatlar velayetin kapısı olan Hazreti Ali Efendimizden içeri girerler.

Rasulullah (sav) Efendimiz, Cennet ve Cehennem’den bahsederken, Cehennem’in çok şiddetli, mahşer yerinin çok elemli olacağını, fevç fevç herkesin terleyeceğini, babanın evladından, annenin kızından kaçacağı anı anlatıyordu. Hz. Ali Efendimiz bunları düşününce, kendisini bir titreme aldı. Oturdukları mecliste Kur’an tilaveti yapıyorlardı, azap ayetlerinin okunmasının da etkisi ile dayanamayıp, o halde, Rasulullah (sav) Efendimizin yanına geldi. Efendimiz (sav):

            “Ya Ali! Sıtmaya mı tutuldun, nedir bu halin?”, diye sordu.

            Hz. Ali Efendimiz:

“Hayır, Ya Rasulullah! Siz ahiretten, mahşer yerinden bahsedip oranın şiddeti ile ilgili mevzuları anlattıkça, Ben de şu ayeti okudum, azab-ı elimi (sızı verici azabı) düşündüm de çok korktum ve üzüldüm. Onun için ne olur ya Rasulullah, Bana, Allah’a Kurbiyyet (manevi yakınlık) peyda edecek, Allah’a vuslat bulduracak, bir şeyler öğretiniz.”, dedi.

           Efendimiz (sav) de:

            ─Ya Ali, otur! Dizlerini dizlerime, alnını alnıma, burnunu burnuma daya ve ellerimi tut; “La ilahe illallah, La ilahe illallah, La ilahe illallah Muhammedür Rasulullah” de. (Abdullah Babam bu mevzuyu bize aktarırken buraya hep dikkat çekerdi.) Sonra Hazreti Ali Efendimize şu ifadeyi kullandılar; “Ya Ali, Şeriat emir ve nehyimdir. İslam dinidir. Rabbimin Bana emir ve nehyettikleridir. Bunu yapmayanlara azap vardır. Tarik (Allah’a giden yol)’da Benim yapmış olduğum nafile ibadettir. Namaz gözümün nuru, oruç da hüccettir (Allah katında kurtuluş sebebidir). Mideni de harama alıştırma. Kim bu söyleneni yaparsa, Allah-u Teâlâ onu sever. Meleklere emreder; “Ey meleklerim! Ben bu kulumu seviyorum, sizler de sevin!” Ve melekler de onu sever. Melekler sevince, müminlerin de kalbine onun sevgisini koyar ve böylece o kimseyi müminler de sever.”

Rasulullah (sav) Efendimiz bu şekilde telkin ettiler. Hazreti Ali Efendimizin seyri süluku başladı. Tâ ki Mekkeyi Mükerreme’nin fethi gerçekleştiği zamana kadar…

Kabeyi Muazzama’nın içerisinde putlar vardı. Rasulullah (sav) Efendimiz asasını o putlara takıp, yüz üstü kırıyordu. Bu esnada da şöyle diyordu: Hak geldi, batıl yok oldu.” (İsrâ/81) Lat ve uzza denilen o büyük putların yanına gelince, putların boyu çok yüksek olduğu için Hazreti Ali Efendimiz, “Ya Rasulullah! Benim omzuma çıksanız.” deyince Rasulullah (sav) Efendimiz dedi ki, “Ya Ali! Bende nübüvvet mührü var, zaten arz Beni zor taşıyor. Sen Beni nasıl taşıyacaksın. Sen Benim omzuma çık.” Hazreti Ali Efendimiz, “Hayâ ederim Ya Rasulullah. Ben bir peygamberin omzuna basmaktan hayâ ederim.” deyince; Rasulullah (sav)Efendimiz, “Ya Ali! Mürşidin emri edebin üstündedir. Omzuma çık.” dedi.

Abdullah Babam burayı anlatırken şu ifadeyi kullanmıştı:

Hazreti Ali Efendimiz hemen ellerini açtı, “Ya Rabbi! Âlemlere rahmet olarak gönderdiğin bu yüce peygamberinin omzuna basmaktan hayâ ederim. Sana sığınıyorum affeyle…” dedi ve ağladı. Rasulullah (sav) Efendimizin omzuna kademini bastı. Hazreti Ali Efendimiz heyecanlı bir şekilde putları indirmeye çalışırken bir ara dengesi bozuldu, başını şöyle aşağıya doğru indirdi. Rasulullah (sav) Efendimizde mübarek başını kaldırmışlar. Tam yüz yüze geldiler. Hz. Ali Efendimiz titremeye başlayınca, Efendimiz (sav), “Ne oldu ya Ali?” dedi. Hazreti Ali Efendimiz, “Aman ya Rasulullah! Arza bakıyorum kademi-Rasulullahı görüyorum. Karşıya bakıyorum sadr-ı Rasulullahı görüyorum. Cemalinize bakıyorum Allah’ı görüyorum.” dedi.  Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (sav), “Benden ve Ali’den başka Allah’ı bileniniz yoktur. Allah’dan ve Benden başka Ali’yi bileniniz yoktur, ashabım.” dedi. Hazreti Ali Efendimiz fenafirresul makamına orada ulaştılar. Hazreti Ali Efendimiz seyri sülukunu devam ettirdi. Seyri sülukunun nihayetinde şunu diyecekti: “Ben görmediğim Allah’a secde etmem.” Bu fenafillâh makamıdır. Bunun manası şudur:

Mürşidi kâmiller; Allah’ın sıfatlarında fani olan, Cenab-ı Muhammed Mustafa (sav) Hazretlerine varis olan zatlardır. Rab sıfatı terbiyeci demektir. Rab sıfatına mazhar olan evliyalar, Rasulullah (sav) Efendimizin omuzlarında, bizim gönül Kâbe’mizdeki putları kıran kimselerdir. Bir defasında Rasulullah (sav) Efendimiz, sahabeyi kiram hazeratıyla sohbet ediyor, ümmetinden gelecek evliyaları anlatıyordu. Şöyle söylediler: “Ey ashabım! Âhir zaman yaklaşırken Benim ümmetlerimden Abdulkadir Geylani isimli bir er çıkacak. O erin ayakları, döneminde cümle evliyaların üzerinde olacak.”

Hazreti Ali Efendimiz diyor ki: “Ya Rasulullah! Benimde mi omzumda olacak?” Rasulullah (sav) Efendimiz, “Evet ya Ali!” diyor. Hz. Ali Efendimiz taaccüp ediyorlar. Aradan bir müddet zaman geçince Rasulullah (sav) Efendimiz diyor ki, “Ya Ali! Şurada ayetlerin yazılmış olduğu varakalar var. Onları Bana bir verir misin?” Hz. Ali Efendimizin boyu yetişmiyor. O esnada içeriye bir çocuk giriyor. Rasulullah (sav) Efendimiz, “Şu çocuğu al omuzlarına çıkar da varakayı oradan alsın.”, diyor. Çocuk alıyor varakayı, Rasulullah (sav) Efendimize veriyor. Hz. Ali Efendimiz yerine oturunca Rasulullah (sav) Efendimiz diyor ki, “Ya Ali! İçeriye giren çocuğu tanıdın mı?” Hz. Ali Efendimiz, “Tanımadım ya Rasulullah!” Rasulullah (sav) Efendimiz bunun üzerine, “Biraz önce bahsetmiş olduğum Abdulkadir Geylani’nin ruhaniyeti… Ayakları Senin omuzunda olan O idi.” buyurdular. O silsile halen devam etmektedir. Velayet kapısı Seyyid Abdulkadir Geylani Hazretlerinden, Hz. Ali (kvc) Hz.lerine, Ondan da Rasulullah (sav) Efendimize ulaşan bir silsiledir. Zaten tarikatların on bir tanesi cehri bir tanesi hafidir. Hâfi olan Nakşî tarikatıdır. Ama cümlesi Allah’a vuslat bulma yolunda muhakkak ki Abdulkadir Geylani Hz.lerinin vuslat kapısından yani velayet kapısından girer.

Muhammed Nakşibendî Hz.leri anlatıyor:

Baba Semmasi Hz.leri Bana lafzayı celali telkin etti. Ama esma, dilimden bir türlü kalbime inmiyordu. Dağlarda taşlarda dolaşırken Hızır (as) ile karşılaştım. Hızır (as) dedi ki, “Senin derdine derman olacak, Senden iki asır önce vefat etmiş olan Seyyid Abdulkadir Geylani Hz.leridir. Ancak O, Senin derdine derman olur.”, dedi. Bende, “Beni ne olur Ona ulaştır.” deyince. Ayağımın üstüne bas, dedi. Hızır Aleyhisselamın ayağına bastım ve Beni tayyi mekân ile Bağdat’a ulaştırdı. Mübareğin kabrine vardım. Edepli bir şekilde selam verdikten sonra dedim ki:

“Ey Kutbur Rabbani, Gavsüs Semadânî, Esseyyid Abdulkadir Geylani! Eğer Sende manevi kuvvet ve kutsiye varsa şu derdime derman ol.”

Bunun üzerine kabirden bir nur uzandı ve kalbimin üzerine elini koydu. Sonra dedi ki:

“Ey Bahaddin! Emanetime sahip çık ki kıyamet sabahına kadar Sana nakşibend desinler. Bendine nakşolunmuş kimse desinler.”

Abdülkadir Geylani Hazretleri mübarek elini çekerken baktım ki kalbimin üzerinde nurdan lafzayı celal yazıyordu.

Bazıları derler ki Allah’ın evliyası öldü! Hâşâ! Allah’ın evliyaları ‘Hay’dır. Çünkü Allah’ın sıfatlarında fani olmuş kimselerdir. Onları yok saymak cehaletten başka bir şey değildir. Aşk Eri Mevlana’mız; “Mürşidi kâmil olan zatları sıradanlaştırmak, onlar öldü artık ahirete gitti, siz başka yol bulun; demek ancak şeytanın vasıf ve sıfatıyla sıfatlanmış adamların işidir.” buyuruyorlar. Çünkü mürşidi kâmilden gelen feyz-i ilahidir. Onlardan gelen manevi kuvveti kutsiyedir. Şu kadar insanın buraya toplanması, onların manevi tasarrufundan başka ne olabilir. Bunlar ancak acizlikten söylenen ifadelerdir. Mürşidi kâmil olan zatlar Allah’ın sıfatlarında fani oldukları için Allah’ın veli sıfatının da mazharıdırlar. Böylece evliya olurlar. Ve bu zâtları velayet nuruyla Allah muhafaza eder. Onların şekline ve suretine şeytan giremez.

Allah yolunda öldürülenlere ölü demeyin! Onlar diridir; ama siz anlayamazsınız.” (Bakara 154) ayeti kerimesinin ifade ettiği mana için bazıları, “Esbabı nüzulüne bakarız. Bu ayette kastedilen Uhud harbindeki şehitlerdir.”, diyorlar. Bir ayet hakkında bu şekilde ezbere ifadeler kullanmak çok büyük cehalettir. İzah ediyorum. Bir ayetin atmış bin manası olur. İmamı Birgivi Hazretlerinin Tarikat-ı Muhammediye adlı eserine müracaat edebilirsiniz.

Bir başka hususa daha dikkat çekmek istiyorum alemu ervah dediğimiz ruhlar âlemi vardır. Bunlardan kâfirlerin ruhları en alt tabakadır. Onlar, siccinde yerin yedinci katının dibinde siyah kuşlar içindedirler. Cesetleriyle ilişkileri vardır. Güneş gökte iken ışığının yerde olduğu gibi... Onların üstünde, Müslüman olup ehl-i isyan olanlar vardır. Onlarda hapistir. Üçüncü bir zümre vardır. Müminlerden ehl-i itaat olan ruhlar ki Cennet etrafında olurlar. Yemez, içmez, Cennet’ten faydalanmazlar. Cennet’e bakmakla istifade ederler. Haftanın belirli zamanlarında Allah müsaade eder ve onlar da dünyada ehli ile rüya yoluyla görüşürler. Efendimiz (sav) hadisi şeriflerinde; “Amelleriniz ölülerinize arz edilir. Güzelse, sevinir ve müjdelenirler, kötü ise «Yâ Rabbi geri çevir.» derler.” (Kabir Âlemi) buyurmuşlardır. Dördüncü bir zümre vardır ki şehitlerin ruhlarının bulunduğu derecedir. Cesetlerinden çıkar, Cennet’te yeşil kuşlar içinde olurlar, yer, içer, faydalanır ve geceleyin Arş’a asılı kandillerin içinde olurlar.

Bir diğer zümre ise enbiyaların ve evliyaların ruhlarıdır ki cesedinden çıkar, misk ve kâfur gibi güzel kokulu cesedinin şekline girer. Cennet’te olur. Yer, içer faydalanır, geceleyin de Arş’a asılı kandillerin içinde barınır. (Nesefi Bahrü'l-Kelâm’) Onların ruhları serbesttir. Anıldıkları yere gelirler. Onun için biz bu hakikatleri bilmedikten sonra dinimizi imanımızı mukaddesatımızı bilmedikten sonra kendi aklımızdan hadiseleri yorumlamaya kalkarsak çok büyük hata ederiz. Cennet Mekân öyle derdi; “Cahilin sofusu şeytanın maskarası olur!”

Efendi Hazretlerinin şekline, cemaline değil Onun maneviyatına bakın. Meşayıhı kiram buyuruyorlar ki, “Allah’ın sıfatlarında fani olmuş bir mürşidi kâmilin her bir nefesinde yüz bin şehit sevabı vardır.” Rabbim ayırmasın inşallah.

Madde ve mana ilmine sahip demiştik. Bir gün Cennet Mekân Abdullah Babam ile Karahayıtlara gittik. Orada bir bayan kardeşimiz geldi, dedi ki; “Efendim, benim babam bir yaşımda iken vefat etti. Göremedim. Bir dua edin de rüyamda göreyim.” dedi. Hizmet ehli bir insandı. Cennet Mekân dedi ki, “Otur bakayım. Gözlerini de kapat.” O kardeşimiz bunun üzerine oturdu, gözlerini kapattı. Derken ağlamaya başladı. Belli ki görüntü açıldı. Bir hafta sonra dönüş yolundayız. O kardeşimiz dedi ki, “Efendim, Allah sizden razı olsun. Ne zaman babamı görmek istesem, gözümü kapatıyorum babam geliyor. Babamla görüşüyoruz, geçmişle hasbihal ediyoruz…” deyince Abdullah Babam, “Yavrum, babanı gördün artık. Bir haftadan beri berabersiniz. Babana, “Baba biz bu âlemdeyiz sen o âlemdesin. Bizde vaktimizi doldurunca o âleme geleceğiz daha gelme.”, de. Bu işi burada bitirelim.”, buyurdu. Abdullah Babamın daha elini indirmesiyle, o kardeşimizin babasını görmesi otomatikman kapanmış oldu.

Mürşidi kâmil olan zâtların, madde ve manaya hükmedebilme yetkisine haiz olması lazımdır. Geçenlerde şeyh dedikleri bir adamın yanına gittik. Adama,“Manevi görev verilirken, Rasulullah (sav) Efendimiz sana manevi yetki verdi mi? Yani kabirde, son nefeste, mahşerde yardım edebilir misin? Böyle bir yetkin var mı?”, deyince, adam yüzümüze abes abes bakıyor. Hiç hayatında duymamış. Cevabı şu oldu; “Bana icazet verdiler de o icazetle ben şeyhlik yapıyorum.” Lafla peynir gemisi yürümez. Mürşidi kâmile Rasulullah (sav) Efendimiz manevi görevi verirken beş şey verir. Bizler şimdi Abdullah Babama tâbi olduğumuz için şu beş şeyi muhakkak yaşarız. Bunlar bir efsane değildir. Bunlar bizim akıbetlerimizdir. “Her nefis ölümü tadacaktır.” (Ankebut/57) Hepimiz öleceğiz. Eğer üstad son nefeste dervişini imanla gönderemezse mürşidi kâmil olamaz. Efendim Hazretleri; “Bin tane dervişimin hepsi son nefesini verecek olsa, şeytanül aleyhillane imanını çalmak için hepsine musallat olsa, hepsini iman ile gönderemeyen kimseye mürşidi kâmil denmez.”, buyurmuştur.

Konya’mızda bir kardeşimiz vardı. O kardeşimiz üç yıl hasta yaşadı. Son gününde yanına girdim. Karaciğer kanseri olduğu için pek konuşamıyordu. El işareti ile bana, “Bunlar kimlerdir?”, dedi. Bende,“Tanıyamadın mı?” deyince o, “Bir tek Abdullah Babamı tanıyorum, ötekileri tanıyamadım.”, diye cevap verdi. Bende,“Abdülkadir Geylani, Ahmedi Kebir Rufai, Ahmed el-Bedevi, İbrahim Dussuki, Hasan Ali Şazeli, Mevlana Celaleddin Rumi, Hacı Bayramı Veli Hz.leri…”, deyince tebessüm etti. Biraz sonra, “Allah, Allah!” demeye başladı. Tebessüm ederek ruhunu teslim etti. Vefatından sonra görüştüğümüzde, “Hocam Allah razı olsun. Abdullah Babam bizi bir an olsun yanından ayırmadı.”, demişti. Bunlar mürşidi kâmillerin olmazsa olmazıdır.

Bir mürşid-i kâmilin kabirde, münker ve nekir melekleri sorgu için geldiğinde müridinin imanına kefil olabilecek yetkiye haiz olması lazımdır. Mevlana Hz.leri bu hususta, “Altınını gümüşünü harca da yarın karanlık kabir gecesinde sana nur olacak mürşidi kâmili ara ve bul. Eteğine yapış.”, buyuruyor. Öldükten sonra muhakkak dirilecek, haşır sabahı hepimiz kalkacağız. O kalktığımız anda mürşid-i kâmilin evlatlarını Liva-ül Hamd sancağının altına götürebilmesi lazım. Allah-ü Teâlâ, “Günün birinde bütün insanları önderleriyle çağıracağız” (İsra-71), buyuruyor. Orada da mürşidi kâmil lazım. Sonra hesap göreceğiz. Herkesin defterleri verilecek. Daha Türkçesi herkesin Cd’si eline verilecek. Al bakalım yaptıklarını gör diyecekler. Oranın teknolojisi buranın çok üzerinde... Saniye saniye her şeyin kaydı var. Mürşidi kâmilim diyen kişinin orada şefaat edebilme yetkisine sahip olası lazım. Ayeti kerime de Cenab-ı Hak; “O gün de Rahmân'ın katında söz almış olanlardan başkaları şefaat hakkına sahip olmayacaklardır.” (Meryem/87) Rasulullah (sav) Efendimiz bunu müjdeleyince sahabeyi kiram diyor ki, “Ya Rasulullah! Kimler şefaatçi olacak.” Efendimiz (sav); “Enbiyalar, evliyalar, şühedalar şefaatçi olacaklar. Şehitler yetmiş kişiye şefaat edecekler, ancak Benim ümmetimin evliyalarından öyle kimseler var ki ben-i kelp kabilesinin koyunlarının yünün adedince ümmetime şefaatçi olacaktır.”, buyurdular.

Şefaat hakkı beş yerdedir. Sırat köprüsünden geçerken, üstadın müridini buradan sağ salim geçirebilme yetkisine haiz olması lazımdır. Ayeti kerime de Allah-ü Teâlâ Hazretleri, “Kim Allah’a ve Peygambere itaat ederse, işte onlar, Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerle, sıddîklarla, şehitlerle ve iyi kimselerle birliktedirler. Bunlar ne güzel arkadaştır.” (Nisa/69) buyuruyor. Mürşidi kâmiller bunlardır. O kadar ilmi olmasına rağmen aşk eri Mevlana, Şems Hazretlerine şöyle diyor; “Ey Tebrizli Hak Şemsi! Mübarek yüzünü göstermeseydin bu fakirde ne gönül olur nede iman olurdu. Ben bir beldenin zahidi, kürsüler sahibiyken Sana elini açıp koşan bir derviş oldum. Ey Allah’ı arayan kimse! Allah’ı tozlu raflarda, yırtık kitaplarda arama. Nazargah-ı ilahi kılınan, gönül sahibi olan mürşidi kâmilin gönlünde ara!”

Yavuz Sultan Selim Han… Dünyaya sığmayan adam… Eline dünya haritasını alıp masasının üzerine serdiği zaman, “Bir sultana belki ama iki sultan için bu dünya dar!”, diyen bir insan. İşte O cihan padişahı şöyle söylüyor; “Cihana sultan olmak bir kuru dava imiş, bir kâmili mürşide evlat olmak bunların hepsinden âlâ imiş.”

Onların manevi kuvveti kutsiyeleri anıldığı yerlere gelir. Ondanda bahsedeyim. Cennet Mekân Fatih Sultan Muhammed Han’ın oğlu Yıldırım Bayezid Han babasından naklen şöyle anlatıyor:

“Savaş sırasında sıkıştık, öyle bir hale geldik ki düşman ordusu neredeyse bire on karşımıza çıkıyordu. Çaresiz kalınca dedim ki, “Ey Allah’ım! Senin ricalül gayb erenlerin, kâinatta tasarruf sahibi evliyaların var. Onlar nerede? Dahilek evliyaullah”, dedim. Topluluğun arasından beyaz atın üzerinde, yeşil sarıklı bir zatın geldiğini gördüm. Hemen atından indi. “Bizi mi çağırdın?” dedi. Fatih Hazretleri; “Efendim sadece siz mi geldiniz? Ben evliyaullahı çağırdım, zor durumdayım.”; deyince mübarek cübbesini bir açtı, Bedir’in aslanlarına kadar cümle evliyaullah saf olmuşlar, savaşa dâhil oldular ve o gün biz muzaffer olduk…”

Bir efsaneden değil bir vakadan bahsediyorum. Allah şefaatlerine nail kılsın inşallahu Teâlâ. Böyle bir mürşidi kâmil, Allah’ın lütfettiği insanlara nasip olur. Buraya kadar mürşidi kâmili anlattım. Bundan sonra mürşidi kâmile tabi olup manevi yol alanların durumlarından bahsetmek istiyorum.

Allah-ü Teâlâ ruhlar âleminde ruhlar yaratılınca, “Ben sizin rabbiniz değil miyim?” deyince, “Sen bizim Allah’ımızsın.” dediler. Ancak insanlar orada Allah’ın hangi esmasını gördüyse, o esmasına âşık oldu. Hâdi ismini gören hidayet ehli, Mudil ismini görende delalet ehli oldu. Sonra Allah-ü Teâlâ ilahi feyzi ruhlar üzerine serpti. O feyzi kabule istidatlı olanlar, mürşidi kâmillerin maneviyatına mensup oldular. Bu zatlara yani mürşidi kâmillere bağlananlara da sahib-i mana derler. Yani bizlere sahib-i mana derler. Biz sadece bu âlemde bağlanmadık. Şimdi sorsam 1985 de Efendime müntesip olan çok az var. Ama 1985 yılında manevi görev verilirken Rasulullah (sav) Efendimiz, Efendim Hz.lerine erkekleri ve kadınları gösteriyor. Bunların hepsi kıyamete kadar gelecek olan evlatların. Onları Sana emanet olarak verdik.” buyuruyor. Onun içindir ki Rasulullah (sav) Efendimiz,“Ruhlar tanzim edilmiş ordular gibidir. Ruhlar âleminde birbirleriyle görüşenler bu âlemde birbirleriyle muhabbet ve ülfet ederler. Görüşmeyenler de ihtilaf ederler.”,buyurmuştur. Yani dervişlik bir lütf-u ilahidir. Yunus Emre Hazretlerinin,“Hak nasip etmeyince; sen derviş olamazsın, sen hakkı bulamazsın…” sözünün hakikati de budur. Onlar Allah’ın yeryüzündeki elidir. Allah-ü Teâlâ Hazretleri, “Şüphe yok, Sana biat edenler, muhakkak ki, Allah'a biat ederler. Allah'ın eli onların ellerinin üstündedir.” (Fetih-10) buyurmuştur.

Rasulullah (sav) Efendimize sahabeler biat etti. Bizim silsilemizin başı, birinci sırası Hz. Ali Efendimizdir. Sonra Hasan-ı Basri Hz.leri, sonra Habibi Acemi, Davud-u Tai, Mağrufel Kerhi, Seriyyüs Sekati, Cüneyd-i Bağdadi ve 45. Halka da Abdullah Babamdır. İşte biz Abdullah Babamın elinden tutmakla Rasulullah (sav) Efendimizin, Rasulullah (sav) Efendimizin elini tutmakla -ayeti kerimenin emri mucibince- Allah’ın elinden tutmuş oluyoruz... Bunlar hep mecazi ifadelerdir. Böyle bir mürşidi kâmili bulduğun zaman, mürşidi kâmil evrad-ı şerife verir. Burası çok önemlidir. Mürşidi kâmilin verdiği evrad-ı şerife, o mürşidi kâmilin maneviyattaki şifresidir. O üç İhlâs bir Fatihalar yok mu; onlar Rasulullah (sav) Efendimizden başlayıp Abdullah Babamla nihayetlenen evradı şerife çekilmeye başlandı mı, Rasulullah (sav) Efendimize arz olunur. Senin sünnetini ümmetinden falan ihya etmiştir Ya Rasulullah! Yalnız Abdullah Babam burada; “Doksan dokuz çekmeniz, yüz bir çekmeniz maksadı yerine getirmiş olmaz. Küstahlık olur.” buyurur ve bunu ısrarla vurgulardı. Onun için sayıyı ne bir eksik ne bir fazla yapın. Bu evrad-ı şerifeler yerine getirildikten sonra derviş yavaş yavaş ibadet ve taate alışmaya başlar. İbadet ve taati lezzetli bir şekilde devam ettirirken mücahede devresi başlar. Allah-ü Teâlâ, “Bizim uğrumuzda cihad edenler var ya, biz onları mutlaka yollarımıza ileteceğiz.” buyuruyor. Dervişe ilk manevi terbiye gelmeye başladı mı pisliğin yüzeye çıktığı gibi nefislerdeki hastalıklar da ortaya çıkmaya başlar. Mürşidi kâmilin yol göstericiliği ile o insan artık manevi terbiyeye başlamıştır. Mürid, önce olumsuz hareketleri ve geçmişe dair ne kadar hataları varsa onlarla manevi olarak yüzleştirilmeye başlar. Mevlana Hz.leri bu konuya şöyle açıklık getiriyor; “Hayatında ayna görmeyen zenci, yerde bir ayna gördü. Aynaya baktı dedi ki ne kadar büyük dudakları var! Ne kadar iri gözü var! Ne kadar siyah bir yüzü var. Böyle bir şey olur mu, dedi aynayı attı. Oysa aynada görmüş olduğu kendisiydi.”

Başınıza gelen sıkıntılardan dolayı sakın Ahmed’i, Mehmed’i sorumlu tutmayın. Cenab-ı Hak,            “Başınıza gelen herhangi bir musibet kendi ellerinizle kazandıklarınız yüzündendir.” (Şûra-30) buyurmuştur. Mürşidi kâmil, manevi terbiye altına almak için, müridini yaptığı bütün hatalarla yüzleştirir. Ve mürid öyle bir noktaya gelir ki hangi hatayı yaparsa başına neyin geleceğinin idrakine ve şuuruna varmaya başlar. Onun için Mevlana Hz.leri, “Senin işlemiş olduğun hatalar, yapmış olduğun hile ve desiseler, geleceğine kurduğun tuzaklardır. Başka bir şey değildir.”, buyuruyor. Bundan sonra derviş artık kendine çeki düzen verir. Ve bu şekilde manevi olarak ilerlemeye devam eder. Bunu hepiniz yaşıyorsunuzdur. Türlü türlü sıkıntılara duçar oluyorsunuz. Abdullah Babama bu konuda sormuştum; “Efendim çok zor oluyor, dua buyurun…”, deyince Cennet Mekân eline tespihi aldı, şöyle kaldırdı; “Evvel aldandım. Pek kolay sandım. Kat be kat yandım ateşi aşka. Evvel aldandım; bir tesbih çekmekle, bu işler olacak sandım; amma nefisle mücadele başlayınca hiç bu işlerin tesbih çekmek kadar kolay olmadığını anladım. Oğlum subhanallahi vebihamdihi subhanallahil azim ve bihamdihi estağfirullah. Bunu çok çekin… Sıkıntılar geldiği zaman bu tesbihatı dilinizden düşürmeyin.”, buyurdu…

Sonra bir başka aşamaya gelir. Bu sefer Allah-ü Teâlâ ikinci aşamaya geçirir; “İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece "İman ettik" demeleriyle bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebut-2) Peki Allah-ü Teâlâ kulunu neyle sınar. Sizi mallarınızla, evlatlarınızla, canlarınızla, rızıklarınızdaki daralmayla imtihan ederiz. Ben daha basitini daha kolayını söyleyeyim. Neye karşı zafiyetiniz varsa Allah-ü Teâlâ sizi onunla imtihan eder. Çünkü Allah, Cami-ül Ezdad’dır. Zıtlıkları kendinde barındırandır. Allah-ü Teâlâ’nın bir ismi de, Er Rakip’tir. Murakebe edendir. Kendinden gayrı fazla sevileni asla ve asla kabul etmez. Yakub (as) kundağında yatan Yusuf (as)’ın yanında namaz kılıyordu. Yusuf (as) bir ara ayaklarını böyle çırpınca Yakub (as)’ın içi bir hoş oldu. Allah-ü Teâlâ vahyetti; “Bana rabtolunmuş bir kalp, Benim yarattığım mahlûka yönelecek olursa Benim azabım muhakkak çetindir. Ama Sen, ismet sıfatıyla masum bir peygambersin. Onu, Senin elinden almakla Seni sıgaya çekeceğim.” dedi. Ne kadar ayrıldılar biliyor musunuz? Kırk beş yıl. Kırk beş yıl Yusuf (as)’la, Yakup (as) birbirlerinden uzak kaldılar. Tecrübe ettiğim için söylüyorum. Eğer yediğiniz yemeği bile Allah’ı hatırlamadan; “Ya şunu da yiyeyim.”, diyecek olursanız ya tuzu az olur ya salçası fazla olur. Allah kendini her dem hatırlatır. Ben varım, Benim haricimde hiçbir şey yok. Bu evlat ancak Benim sana verdiğim bir emanettir. Fazla sevinmeniz, fazla sevilmeniz bile sizi muhakkak ki bir iptilaya uğratır. Zindandan çıkıyormuş da Yusuf (as)’a zindancı, “Yusuf, Seni ben çok seviyorum.” demiş. Yusuf (as) hemen, “Aman ha! Babam Beni sevdi, kendimi kuyu da buldum. Züleyha sevdi kendimi zindan da buldum. Sen seversen Allah bilir Ben nereye gideceğim.” diyor. Evet. Bunlar hep ilahi imtihanlardır. Ve derviş bunları yaşarken, bunların hep Hak’tan olduğunu bilir. Hakk’ın gayrında hiçbir varlığın olmadığının idrak ve şuuruna varır. Çocuğunu severken dahi buna nakşı ancak nakkaş olan Allah verdi, diye sevecek olursa Allah onun hayrını gördürür. Malı ancak Allah verdi, O alır derse Allah-u Teâlâ ona hayrını gördürür. Ama benim diyecek olursanız hiçbir şeyden hayır göremezsiniz.

Derviş burada iki türlü ilerler. Bir gizli olarak yürür. Derviş sadece mübeşşirat rüyası görür. Sadece gizli gider. Efendim Hz.leri, “Kış mevsimi gibi olur, ama yüzde biri fire verir. Allah’a evliya olurda haberi olmaz. Gizli gittiği için böyle gitmek çok iyi…” derdi. Bir de hal görenler vardır. Bayanlarda; Havva Annemizi, Meryem Annemizi, Âmine Annemizi, Fatıma Annemizi görür; Rasulullah (sav) Efendimizi ve Abdullah Babamı görürler. Erkeklerde, piranları görürler, Rasulullah (sav) Efendimizi, Abdullah Babamı görürler. Bu şekilde hal görürler. Ancak Abdullah Babam buyururlardı ki, “Hal görüp de vuslat bulabilen yüzde bir zor çıkar.” Neden diye sorduğumuzda; gördüğü hali kendinden saklayan, nefsinden saklayan insana derviş derler, hal dervişi derler. Ama kanı, sütü karşılayamadığı için gördüğünü sağa sola satanlar var. Seni gördüm Cennet’teydin, seni gördüm Cehennem’deydin, Sana Allah’ın selamı var, Sana peygamberin selamı var gibi şeyler söylerler. Çok ileri giderler. Cennet Mekân Abdullah Babam, “Beşinci makama kadar, hal dervişinin haline itibar olunmaz.” buyururdu. Bazıları, “Yedinci makamdayım ve orada ilerliyorum” diyorlar. Yedinci makamda ilerleme diye bir şey yok. Altıncı makam Cennet’le müjdelenen makamdır, kişi buraya gelir, bu makamı geçtiği zaman “Fenafillâh”a (Safiye) ulaşır. Artık yedinci makamda değil velayet cüzünde devam eder ki, “Fenafillâh, Bekabillah vs…”

Bazıları der ki sana Rasulullah (sav) Efendimiz manen görev verdi vs... Cennet Mekân dedi ki: Oğlum, bir gün sana, “Sen halifesin! Sana manen görev verildi. Rasulullah (sav) Efendimiz böyle böyle görev verdi.”, diyecekler. O adamlara deki, “Allah’ın Rasulü aciz midir ki sana söylediğini bana söylemedi.” Böyle insanları görürsen, maneviyat yolunun haramisidir. Bunları uzaklaştır.”

Onun için size; ben hal gördüm, seni şöyle gördüm, halimde böyle gördüm diyen olursa itibar etmeyin.

Birde bu yolda kabz ehli vardır. Abdulkadir Geylani Hazretleri buyuruyor: Bu adamlar üstadı olduğu halde; üstadının maneviyatı, himmeti, feyzi devam ettiği halde; “Bir ışık yok mu? Bir nur yok mu? Bir şeyh çıkmadı mı daha?” derler. Yunus Emre Hz.leri de bunlara tâ ötelerden cevap veriyor; “Kişi var, görmez gözü oturmuş yol üstüne. Yolun üzerine oturmuşta, bu yolda kör olarak devam eder. Kimi Ahmet seni uzaktan tanır. Kimi de yaklaşır kör olur gider.”

Biri Mevlana Hazretlerine geliyor ve; “Efendim! Şems’den bahsediyorsunuz. Şems Hazretleri vefat etti, öldü; diye laflar ediyorlar. Gidelim de, ya size bağlanalım ya Şeyh Sadreddin Konevi’ye bağlanalım.”, diyor. Mevlana Hazretleri diyor ki, “Şu karşıda görmüş olduğunuz oda, üstadım Şems’in odası. O odanın önündeki eşik taşı yok mu, oraya üstadım ayağını bastı. O ayağını bastığı yere yüzünü sür de, dünya ve ahirette başın Arş’a ulaşsın. Arş’a ulaşsın da bu küstahlıktan kurtulasın.” Rabbim bizi küstahlardan etmesin.

Bütün dosyalar Abdullah Babamın elindedir. Son döneminde yanında olan bendim. Ne konuştuğumu ben biliyorum: “Yolunuza devam edin. Biz size ne söz verdiysek o sözümüz üzerine manevi olarak devam ettireceğiz. Yolunuza devam edin.”, dedi. Dahasını söyleyeyim. Burada ne anlatacağımın dahi tayinini yapan kendisidir. Sen körsen ben ne yapayım. Son söz olarak diyorum ki böyle bir mürşidi kâmilin bize kazandıracağı şey şudur:

Mevlana Hazretleri; boynu bükülmüş, yüzü sapsarı olmuş, zayıflamış bir halde iken; geliyorlar ve diyorlar ki, “Sen, Şemsi Tebrizi Hazretlerine bağlanmadan evvel kürsülerde vaaz eden, binlerce insana nasihat eden bir kimseydin. Sultanların sofrasında oturuyordun. Şimdi görüyoruz ki perişan bir haldesin, zayıflamışsın. Çok çileler çektin. Değer miydi? Şems Sana ne verdi?”

Mevlana Hazretleri, bu sual üzerine kitaplara sığmayacak şu muazzam cevabı veriyor:

“Eskiden acıktığım zaman az bir çorba alırdım, onu içerdim ve doyardım. Üşüdüğüm zaman mangalıma az bir kor alırdım, onunla ısınırdım. Şu anda dünyaları yesem doymam, dünyaları yaksalar ısınmam. Çünkü biliyorum ki ümmeti Muhammed’in açları var. Biliyorum ki ümmeti Muhammed’in üşüyenleri var. Bu hal, bu bendeki hal nedir, diye baktım. Peygamber ahlakından başka bir şey değilmiş. Şems’in Bana verdiği Rasulullah (sav) Efendimizin ahlakının ta kendisiymiş.”

İşte kardeşlerim, Abdullah Baba'mında bizlere verdiği Rasulullah (sav) Efendimizin ahlakından başka bir şey değildir.

Rabbim şefaatlerine nail kılsın. Haklarınızı helal edin. Allah’a emanet olun inşallah.