Abdullah Baba Hz.lerinin 13. Vuslat Töreninden Nuri KÖROĞLU Hocamızın Konuşması
Elhamdülillahi Rabbil Âlemîn, vessalâtü vesselâmü alâ rasûlinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmâîn.
Euzübillahimineşşeytanirracim Bismillahirrahmanirrahim.
"İnsanlar, "İnandık" demekle imtihan edilmeden bırakılacaklarını mı zannederler." [1]
Vahdet İlinden Tenezzül Eyleyip Dünyamızı Şereflendiren, Marifet İlinin Padişahı, Yirmi Birinci Asrın Aşk Membâı Muhterem Üstadımız Abdullah Gürbüz (ks) Hazretlerinin ahirete irtihalinin 13. yıldönümü münasebetiyle toplanmış bulunmaktayız. Rabbim Üstadımızın himmetinden, feyzinden, bereketinden, hikmet denizinden bizleri ayırmasın inşallahu Rahman.
“Ahir Zaman” fitnelerinin ayyuka çıktığı bir zamanı yaşıyoruz. Dünyanın dört bir yanında Müslümanlar tarifsiz ezâ ve cefâ çekiyor. İnsanlığın atası Âdem aleyhisselam döneminden beri süre gelen hak ile batıl mücadelesi, her geçen gün şiddetini arttırarak devam ediyor. Kuvvet ve kudretiyle tüm mahlûkata hükmeden Rabbimiz Zülcelâl ve Tekaddes Hazretleri Kur’an-ı Azimüşşan’da yaşadığımız bu hadiselere ışık tutarak şöyle buyuruyor:
"İşte (iyi veya kötü) günleri insanlar arasında (böyle) döndürür dururuz. (Bazen bir topluma iyi ya da kötü günler gösteririz, bazen öbürüne.) Allah, sizden iman edenleri ayırt etmek, sizden şahitler edinmek için böyle yapar. Allah, zalimleri sevmez." [2]
Allah-ü Teâlâ imanımızdaki sadakatimizi ölçmek, bizleri sınamak ve kâinatta Allah’ın şahitleri olabilmemiz, şehitlik mertebesine erişebilmemiz adına bazı kâfirleri bize musallat eder. Bazen kâfirleri Müslümanlara galip getirir bazen de Müslümanları kâfirlere galip getirir. Dünya kurulduğundan beri bu düzen böyle devam etmiştir. Çünkü bu âlem “Dârul İmtihan”dır, “Dârul Fiten”dir. İmtihan âlemidir. Rabbim güzel sonuçlarla Kendisine varmayı cümlemize nasip ve müyesser eylesin.
Tabi cereyan eden hadiselerin temeline baktığımız zaman, bu hadiselerin ülkemiz üzerinde oynanan oyunların bir parçası olduğunu görüyoruz.
İlm-i Ledün Sultanı Üstadımız Abdullah Baba Hazretleri bu meseleyi izah ederek:
“Ehli küfrün gözü her zaman Türkiye’nin üzerindedir. Bunun sebebi; kâfirlerdeki Osman Gazilerin, Fatihlerin, Yavuzların ve Kanunilerin evlatlarının, İslâmî bir dirilişle tekrar küfür âlemine tahakküm edeceğinin korkusu ve endişesidir.” buyururlardı.
Maneviyat Güneşi Üstadımız Abdullah Baba Hazretleri, Medine-i Münevvere‘de Ebu Bekir (ra) Hazretlerinin evladından mürşidi kâmil bir zatı ziyaret ediyor. O zatın, Efendim Hazretlerine hususi bir şekilde hürmette bulunması ve hizmette kusur etmemesi etrafındakilerin çok dikkatini çekiyor. Kendisine, “Efendim Abdullah Baba Hazretlerine göstermiş olduğunuz hususi hürmet ve hizmetin sebebi hikmeti nedir?” diye sormaktan kendilerini alamıyorlar.
O Mübarek kalpleri titreten şu muazzam cevabı veriyor:
“Bu meclise manevi olarak Allah'ın Resulü Hazreti Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) ve Hulefâ-i Raşidin Hazretleri ile gelen bir zatın yanında oturuyorsunuz. Duasını isteyiniz.”
Sonra Üstadımıza dönerek can-ı gönülden şöyle buyuruyor:
“Allah-ü Teâlâ sizleri o kadar çok seviyor ki Türkiye’yi o kadar çok seviyor ki…”
Üstadımız Abdullah Baba Hazretleri:
“Deliliniz nedir? Bizi sevdiğinin alâmeti nedir?”
O zat da şöyle cevap verdi:
“Cenab-ı Peygamber (aleyhissalatü vesselam) Efendimiz Konstantiniyye'nin fethini müjdeledi. Bu müjdeye mazhar olabilmek için öyle kimseler talip oldu ki, Allah-ü Teâlâ nasip etmedi. Ancak atanız Fatih Sultan Muhammed Han Hazretlerine Rabbim lütfetti.
Ne yazık ki Osmanlı’yı Abdülhamit Han Hazretleri döneminde uyuşturdular. Eğer Osmanlı’yı bir aslana benzetecek olursak size bir uyuşturucu iğne vurdular. Uyuşuk bir halde idiniz. Ancak şimdi o aslanın ön ayakları kalktı. Sırada arka ayakları var. Arka ayakları da bir kalkarsa ki Allah-ü Teâlâ aslanı ayağa kaldıracak. Ümmeti Muhammed’in başına yine sizler geçeceksiniz.” Onun için Rabbim bu gayeyle o güzel günleri bizlere görmeyi nasip ve müyesser eylesin.
Osmanlı padişahlarının hepsinin başında bir mürşidi kâmil vardı. Mürşidi kâmillerin işaret ettiği şekilde hareket ettikleri için altı yüz küsur sene dünya hâkimiyetini sağladılar. Osmanlı Devleti, mürşid-i kâmillerden uzak kalmaya başlayınca da çöküş dönemi vuku bulmaya başladı. Zira Osmanlı’nın temelini maneviyat atmıştı. Bu hususta rivayet odur ki;
Ertuğrul Gazi Hazretleri, oğlu Osman Gazi ile Konya Selçuklu Sarayını ziyarete gitmişti. Bu sırada Konya’nın manevi mimarı Mevlâna Hazretlerini de ziyarete ediyorlar. Mevlâna Hazretlerinin sohbet meclisine ve zikrullah halakasına katılıyorlar. Daha on dört veya on beş yaşlarında bir delikanlı olan Osman Gazi Hazretleri ve Mevlâna Hazretleri dua ediyor. Mevlâna Hazretleri duanın arkasından şöyle buyuruyor:
“Evladım öyle bir hükümdarlık kuracaksınız ki adı Devleti Âliye’yi Osmaniye olacak. Rabbim Zülcelal ve Tekaddes Hazretleri altı asır senin evladını dünyaya hâkim kılacak. Allah, devletini mübarek etsin.”
Onun için Osmanlı Devletinin temelinde de maneviyatın himmeti ve duası vardır. Bu itibarla, maneviyat erbabının olmadığı dönemlerde hep hüzün, hep gözyaşı ve hep zulüm görülmüştür. Rabbim, Üstadımızın himmet ve feyziyle bizleri bu sıkıntılı zamanlardan selamete çıkarsın inşallahu Rahman.
Peki, günümüzde vuku bulan hadiseler böyle cereyan edip gidecek mi? Belki daha beter hadiseler yaşanacak. Ancak Allah-ü Teâlâ’nın izni inayetiyle âti (gelecek) İslam’ın, akıbet muttakilerin olacaktır.
Peki, Müslümanlar olarak bizim bu zaman dilimi içerisinde ne yapmamız gerekiyor?
Âlemlerin Efendisi Hazreti Muhammed-ül Mustafa'nın (sallallahu aleyhi ve sellem) elinden ve eteğinden tutmamız gerekiyor. Bu ümmet ne zaman ki Hazreti Peygamber’den uzak kaldı, yolunu ve izini şaşırdı.
Günümüzde iman ettiğini söyleyen öyle zümreler türedi ki havsalalar alır gibi değil. Kimisi, “Allah’ın benim ibadet ve taatime ihtiyacı yok ki” diyor. Ötekisi, “Siz, bizim kalbimize bakın kalbimize, örtüyle, şunla bunla İslam olmaz” diyor. Bir başkası da, “Ben insanları öldürerek sevaba gireceğim, Cennete ulaşacağım” diyor. Diğer ayrılıkçılar da türlü türlü sözler söylüyor. Oysa İslam dini, “Tevhit” dinidir. Sana göre İslam, bana göre İslam olmaz. Biz, Hazreti Muhammed aleyhissalatü vesselam nasıl iman ettiyse o şekilde iman etmek mecburiyetindeyiz. Burada keyfiyet değil, zaruret vardır. Onun içinde Efendimiz aleyhissalatü vesselam:
“Ey Ashabım size iki şey bırakıyorum: Biri Allah’ın kitabı Kur’an, ikincisi Benim Sünnet-i Seniyye’mdir. Kim bunlardan bir tanesini terk edecek olur ise delalete düşer” buyurmuştur.
Rabbimiz Zülcelal ve Tekaddes Hazretleri de bu fitneciler hakkında;
"Eğer onlar böyle sizin iman ettiğiniz gibi iman ederlerse gerçekten doğru yolu bulmuş olurlar. Yüz çevirirlerse onlar elbette derin bir ayrılığa düşmüş olurlar." [3]
"De ki: "Allah'a ve Peygamber'e itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse şüphe yok ki Allah kâfirleri sevmez." [4] buyuruyor.
Yani “Allah’ın kitabı Kur’an’a, Muhammed Mustafa'nın (sallallahu aleyhi ve sellem) Sünnet’ine tabi olun. Eğer yüz çevirirseniz, Allah, o kâfirleri asla ve asla sevmez" buyuruyor. Öyle olunca Hazreti Muhammed aleyhissalatü vesselam Efendimizin yoluna biz bende oluruz, kurban oluruz. Hazreti Peygamber aleyhissalatü vesselam ve ashabı nasıl iman ettiyse biz öyle iman ederiz. Misal verecek olursak:
Ashabın ileri gelenlerinden Sıddık-i Ekber Hazreti Ebu Bekir (radıyallahu anh):
“Ya Rasulullah! Benim şu gözümün gördüğünün hiç bir önemi, kıymeti ve ehemmiyeti yoktur. Ya Rasulullah! Sizin ağzınızdan çıkan, benim için elzem olan şeydir.” buyurarak Efendimiz aleyhissalatü vesselama imandaki sadakatini çok net ve veciz bir şekilde göstermiştir.
Efendimiz aleyhissalatü vesselam vefat etmişti. Naaşı yıkanıp defin için hazırlanmıştı. Gönlü alev alev yanan Hazreti Ömer radıyallahu anh, Efendimizin naaşının yanına dizüstü oturmuş:
“Ya Rasulullah! Allah-ü Teâlâ; "Kim peygambere itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur." [5] ‘Bana iman etmek isteyen Muhammed’ime tâbi olsun' diyerek Senin fazâil ve kemâlâtını yüceltmiştir. Ya Rasulullah! Öteki âlemde de Cehennem ehli; "Keşke Allah'a ve Resule itaat etseydik" [6] diye nedametini bildirecek. Onlar böyle söylerlerken bu Ömer nasıl ağlamasın!” diye gözyaşları döküyordu.
Onun için “Ya Rabbi! Hazreti Ebu Bekirlerin, Ömerlerin, Osmanların ve Hazreti Alilerin iman neşesine bizleri de ulaştır.” diye dua ediyoruz.
Allah-ü Teâlâ Hazretleri, Efendimize ümmetinin şu anda yaşadığı ve yaşayacağı durumları âlemi mânâda göstermişti. Ümmetinin bu çetin imtihanlarını gören Rasulullah Efendimiz mahzun olmuş, ümmet-i için endişe duymuşlardı. Burada sözü Asrımızın Mevlana’sı Üstadımız Abdullah Baba Hazretlerine bırakıyorum:
“Cibril-i Emîn, A’raf suresinden, “Musa’nın kavminde de hakka ileten ve adaleti hak ile yerine getiren kimseler vardı.” [7] ayeti kerimesini getirince Efendimiz mahzun oldular, üzüldüler. Hâbir ismi ile haberdar olan Allah-ü Teâlâ dedi ki;
‘Ey Cibril Muhammed’imi mahzun kılan durum nedir?’
Cibril-i Emin Efendimize sorunca Efendimiz Allah-ü Teâlâ Hazretlerine niyaz ederek;
‘İlahi Ya Rabbi! Bu güne kadar iki yüz yirmi dört bin peygamberini, kullarını irşat için gönderdin. Ben ise hem bütün insanlara ve cinnilere gönderildim. Benim ümmetimin hem ömrü kısa, hem de günahkâr. Onların hali nice olur! Sen bilirsin Ya Rabbi! Gafur’ur Rahîm’sin, Ya Rabbi!” dedi.
Bunun üzerine Allah-ü Teâlâ:
“Bizim yarattıklarımızdan hakka ileten ve adaleti hak ile yerine getiren kimseler vardır.” [8] ayeti kerimesini indirince Efendimiz mütebessim oldular, sevindiler."
Cibril-i Emin şöyle devam etti: Ya Rasulullah dahası var;
“Senin ümmetinin âlimleri, Şeriat’la amel edip, Tarikat’a sülûk eden, ihlâslı, takva olan âlimlerdir ki, bunlar Senin varislerindir. Veraset-ül Enbiyadır. Bunlar beni İsrail peygamberlerinin muadilidirler.”
Bunun üzerine Efendimiz aleyhissalatü vesselam daha çok sevindi. Sahabeyi kirama döndü ve dediler ki, 'Ulemâi ümmetike enbiyâi beni İsrail: Benim ümmetimin evliyaları İsrail oğullarının peygamberleri gibidir'
Bu kutsi hadise bazen de 'Evliyau ümmitike enbiyai beni İsrail' şeklinde de mana veriliyor. Rabbim, o manaya ulaşmış olan zatların şefaatlerini üzerlerimizde daim kılsın inşallahu Teâlâ.
Bu ilâhi müjdeye mazhar olarak mürşid-i kamillik makamına ulaşan yani Efendimizin varisi olan zatlardan ilki Hazreti Ebu Bekir radıyallahu anhdır. Hicret esnasında mağaradayken Hazreti Ebu Bekir’in telaşlandığını gören Efendimiz aleyhissalatü vesselam:
“Mahzun olma ya Ebu Bekir! Allah bizimle beraberdir. Dilini damağına yapıştır. Allah’ı zikirde daim ol. Kalbini de kalbime rabdet ki Rabbimin füyuzat-ı rabbaniyesi gönlüne, kalbine şerha şerha insin.” buyurmuş ve ona kalb-i zikri telkin etmiştir. Efendimizin manevi terbiyesi altında Ebu Bekir radıyallahu anh Hazretleri, kemâlât makamına erişince o neşe ile “Allah’ım, beni o kadar büyüt ki Cehennemi doldurayım da La ilahe illallah Muhammedün Rasulullah diyen hiç kimse Cehenneme girmesin” diye dua etti.
Hazreti Ömer Efendimiz de mürşidi kâmil bir zat idi. Efendimiz aleyhissalatü vesselam, ona, dili ile nefesini tutarak vurgulu bir şekilde zikrullahı telkin etti. O mübarek nefsini terbiye edip kemâle erince Efendimiz aleyhissalatü vesselam şöyle buyurdular;
“Benden sonra bir peygamber gelecek olsaydı o, Ömer olurdu.”
Efendimiz aleyhissalatü vesselam harfsiz ve kelimesiz olarak zikrullahı Osman-ı Zinnureyn Hazretlerine telkinde bulundu. Hazreti Osman Efendimiz de kemâlât makamına ulaşarak Allah-ü Teâlâ Hazretlerinde fâni oldu. Böylece Rasulullah Efendimizin hakikî varisi oldu. Burada Aşk Eri Mevlana Hazretlerine müracaat ediyoruz. Mevlana Hazretleri, Hazreti Osman Efendimizin bu hususiyetini şöyle ifade ediyor:
“Hilafeti döneminde Hazreti Osman Efendimiz kürsüye çıktı. Sahabeyi kirama vaazu nasihat ediyordu. Vaaz esnasında “Elhamdülillahi Rabbil Âlemin” dedi. Sahabeyi kiram ağlamaya başladı. “Essalâtü vesselâmu alâ rasulinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmâîn” dedi. Sahabeyi kiram hıçkırıklara boğuldu. Osman-ı Zinnureyn orada konuşamadı, kürsüden indi. Mevlana Hazretleri burada sual ediyor “Acaba orada Hazreti Osman ne konuştu da sahabe ne anladı?” ve devamında sualini cevaplayarak ve şöyle buyuruyor; “Hazreti Osman Nuru Muhammediye’yi temsil ettiği için orada Nuru Muhammediye’si ile bir göründü de sahabelerin tamamı mest-ü hayran oldu.”
İşte Efendimiz aleyhissalatü vesselamın varisi, temsilcisi olan mürşid-i kâmillerin böylesi hususiyetleri vardır.
Kendisi de mürşid-i kâmil olan Mevlana Hazretlerinin şu ifadeleri bunu daha iyi izah eder: “Bugün Ahmet benim dünkü Ahmet değil, bugün Muhammed Mustafa’nın Nuru benim. Fakat ben Muhammed Mustafa değilim. Ben, bugün Allah’ın sıfatları ile görünen bir şahsiyetim ama haşa Allah değilim” Rabbim şefaatlerine nail kılsın inşallah.
Efendimiz aleyhissalatü vesselam, Hazreti Ali (keremallahu veche) Efendimize “7 Sahih” verdikten sonra şöyle buyurdu:
“Ya Ali! Benim yaptıklarımı yap. Şeriat Allah’ın emir ve nehiyleridir. Benim sünnetim de Allah’a vuslat kapısıdır. Kelime-i tevhidi oku, Allah’ı zikret ya Ali!”
Hazreti Ali Efendimizde kemâlât makamına Mekke-i Mükerreme’de erişti. Efendimiz aleyhissalatü vesselam Mekke’yi fethedince Kâbe-i Muazzama’nın içerisine girdiler. Elinde asası ile "Hak geldi batıl zail oldu." (İsrâ/81) ayeti kerimesini okuyor ve bütün putları yüz üstü çeviriyordu. Bir put vardı ki, Efendimiz aleyhissalatü vesselam bir türlü putu yere indiremiyordu.
Efendimiz:
“Ya Ali! Omzuma çık da şu putu indiriver.”
Hazreti Ali Efendimiz:
“Ya Rasulullah! Hayâ ederim. Siz, benim sırtıma çıkın.”
Efendimiz aleyhissalatü vesselam:
“Arz Beni zor taşıyor ya Ali, sen nasıl taşıyacaksın. Ya Ali! Emir, edebin üstündedir. Omzuma çık.” buyurdu.
Hazreti Ali Efendimiz, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin omzuna çıktı. Efendimiz aleyhissalatü vesselamın omzunda iken o büyük putu aşağıya indirdiler. Bir ara Hazreti Ali Efendimizin yüzü sarardı ve titremeye başladı. Rasulullah Efendimizde bu hali hissedince yukarıya doğru mübarek cemalini kaldırdı:
“Ne oluyor ya Ali!” dedi.
Yaşadığı muazzam hal içinde Hazreti Ali Efendimiz, “Yere bakıyorum “Kadem-i Rasulullahı” görüyorum. Karşıya bakıyorum “Cemal-i Rasulullahı” görüyorum. Yüzünüze bakıyorum “Allah’ı görüyorum ya Rasulullah” dedi.
Bunun üzerine Efendimiz aleyhissalatü vesselam büyük bir memnuniyetle:
“Allah’tan ve Benden başka Ali’yi, Ali ile Benden başka Allah’ı bileniniz yoktur.” buyurdu.
Daha burada bahsedemediğimiz sahabeyi kiramdan birçok zat, Fenafillah makamına ulaşarak Rasulullah Efendimizin varisi olmuş, mürşidi kâmillik makamına ulaşmıştır. Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin tatbik ve telkin ettirmiş olduğu usuller ile nefsini terbiye ederek mürşid-i kâmillik makamına ulaşan birçok zat vardır. Selman-ı Farisiler, Hasan-ı Basriler, Sırrî-i Sekatiler, Cüneyd-i Bağdâdîler, Abdülkadir-i Geylaniler, Rufailer, Bedeviler, Dussukiler, Mevlanalar, Abdullah Babalar, Kuddusi Babalar… Bunların hepsi mürşidi kâmillik zincirinin müstesna halkalarıdır.
Özellikle dikkat edin; çaycıdan, çorbacıdan, dalkavuklardan bahsetmiyorum. Allah’ın sıfatlarında fani olmuş, sîretine ve suretine şeytanın giremeyeceği, Rasulullah Efendimizin hakîkî varisi olan zatlardan bahsediyorum.
Mürşid-i kâmiller, insanları nefsin ve şeytanın esaretinden kurtararak kâmil imana eriştirmek, kâmil insan yapmak için manevi olarak vazifelendirilmiştir. Onlar, Efendimiz aleyhissalatü vesselama varis olmuş şahsiyetlerdir.
Günümüzde bazı profesörlerden; (Allah muhafaza) “Allah ile kulun arasına kimse giremez” gibi söylemler işitiyoruz. Eğer hakikat böyle olmuş olsaydı, Allah, Kuran-ı Azimüşşan’ı kulunun kalbine indirmekten aciz miydi? Niye Muhammed-ül Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizi bizim önümüze rehber koydu? Neden "Muhammed’im size neyi veriyorsa onu alın, neden sakındırıyorsa ondan da kaçınınız." [9] diye emretti? Allah bize şah damarımızdan yakın değil mi? Tabi ki yakın. Öyle olmasa Allah olur mu? Ama ne acıdır ki kul Allah'a uzak… Bakınız, bu âlem vesileler âlemidir. "Siz vesileye yapışınız" buyuruyor Cenab-ı Hak. Hastalandığımız zaman doktora gidiyoruz. “Şâfi” olan Allah-ü Teâlâ değil mi? Biliyoruz ki o doktor, Allah’ın yaratmış olduğu şifa sıfatını okumuştur, kendini geliştirmiştir ve Allah’ın “Şâfi” ismine mazhar olmuştur. İşte Allah’ın evliyaları da Allah’ın veli isminin mazharı olan şahıslardır.
Efendimiz aleyhissalatü vesselam, "Fatiha’yı Şerife’siz namaz olmaz" buyuruyor.
Namazda Fatiha’yı Şerife’yi okurken:
"Allah'ım, bizi doğru yola ilet. Allah'ım doğru yola ulaştırdığın in’âm ve ihsan ettiğin kulların yok mu? Onların yoluna ulaştır." diyoruz.
Peki, Allah'ın in’âm ettiği, ihsan ettiği kulları kimler;
"Kim Allah’a ve Resulüne tabi olursa Allah'ın in’âm ve ihsan ettiği kullarıyla beraber olur."
Kim onlar?
"Onlar peygamberler, şehitler, salihler ve sadıklardır. Onlar ne güzel yoldaştır ne güzel arkadaştır." [10] buyuruyor.
Onun için, Üstadımızın yolundan ve izinden göz açıp kapayıncaya kadar bizi ayırma Allah'ım.
Mezhep sahibi, emsalsiz alim İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri hangi ilmi eksik bıraktı da "Cafer-i Sadık Hazretlerine varmasaydım hüsrandaydım" dedi.
İmam-ı Şâfi Hazretleri, İmam-ı Ahmet Bin Hanbelî Hazretleri ikisi de mezhep sahibi olmalarına rağmen, çoban olan Şeyban-ı Râî Hazretlerinin dizinin dibine oturup da neyi tahsil ettiler? İlmi olmayan Şeyban-ı Râî'den ne aldılar?
Öteki taraftan Ümmü Sinan Hazretleri, adı üzerinde ‘ümmî’ ilmi olmayan zât demektir. Dönemin dev âlimi Niyazı Mısrî Hazretleri, ilmini bir tarafa bırakıp Ümmü Sinan Hazretlerine müntesip oldu da neyi tahsil etti?
Niyazı Mısrî Hazretlerinin mısraları versin cevabı:
"Savm u salat hac ile,
Sanma zahit biter işin.
İnsan-ı kâmil olmaya,
Lazım gelen irfan imiş."
Yani "Siz Kur’an ilmini bir hocadan, hadis ilmini bir muhaddisten, İslam hukukunu bir fakihten öğrenebilirsiniz. Ama insan-ı kâmil olabilmeyi ancak bir “Mürşidi Kâmil”den tahsil edebilirsiniz."
Onun için Aşk Eri Mevlana'mız yüzyıllar ötesinden yeryüzünü titreten şu ifadelerle gönüllerimize seslenir:
"Ey Allah'ı arayan kişi! Allah'ı yırtık kitaplarda, tozlu raflarda bulamazsın. Allah'ı bulmak istiyorsan; “Dağlara, taşlara, engin denizlere sığmam. Mü’min kulumun kalbine sığarım.” dediği, gönlü nazargâhı ilâhî kıldığı bir mürşidi kâmilin gönlünde ara."
Ya Rabbi! Cennet Mekân Üstadımızın yolunda ayağımızı sabit kıl.
Maalesef, mürşidi kâmil olan zatların, evliyaullahın varlığını inkâr için öyle çok çalışıyorlar ki… Toplumumuzu mürşid-i kâmillerden, evliyaullahtan, onların sevgi ve muhabbetinden uzak tutmak için büyük gayret sarf ediyorlar. Çünkü bunlar bizim manevi dinamiklerimizdir. Toplumumuzun, ülkemizin bu manevi dinamikleri yavaş yavaş ayağa kalktığı için kâfirde ayağa kalkıyor, “Osmanlı ruhu tekrar geliyor?” diye telaşa kapılıyor.
Ecdadımız öyle değil miydi? Şeyh Edebali Hazretlerinin himmet ve feyzi altında Osman Gazi Hazretleri yürümedi mi? Fatih Sultan Muhammed Han Hazretleri, Akşemseddinlerin manevi terbiyesinde yürümedi mi? Aziz Mahmud Hüdâî Hazretlerinin vb… Bütün Osmanlı Sultanları bu manevi dinamiklerle yetiştiler ve hareket ettiler.
Ülkemizde de elhamdülillah bu diriliş muştusu ortaya çıktığı için kâfirin tâ orada dizleri titremeye başladı. Sebep nedir biliyor musunuz? Şöyle ifade edelim:
Cenab-ı Peygamber aleyhissalatü vesselam Hazretlerine verilip diğer peygamberlere verilmeyen beş husus vardır. Efendimiz bunlardan birini şöyle ifade ediyor:
“Eğer (kâfirler) ümmetimde bir uyanış bir hareket görecek olursa; Benim imanımın, Benim ümmetimin imanının korkusunu dünyanın öteki ucundan hissederler” Onun için şu anda Batı’da Osmanlı'nın tekrar ayağa kalkması endişesi ve korkusu vardır. Rabbim inşallahu Rahman; “Hansların, Conilerin acziyet içerisinde kalıp bize sığındıkları günü göstersin.” diye dua ediyoruz.
Söz “Mürşidi Kâmil”di ya bu hususta geçen haftalarda Konya’da irad edilen bir hutbeye reddiye olsun diye, bir iki söz söylemek istiyorum. Hutbede özetle, “Hazreti Peygamber'den başka kimse sahih rüya göremez. Gaybı Allah'tan gayrı kimse bilmez. Keramet yok.” gibi sözler sarf ettiler. Şöyle ki, “Gaybı Allah'tan gayrı kimse bilemez, amenna ve saddakna” ayeti kerimede:
"Allah'tan gayrı gaybı kimse bilmez, Allah'ta gaybını kimseye bildirmez" [11] buyuruyor. Ayetin devamında:
"Ancak razı olduğu resul müstesna" [12]
Dikkat ediniz burada “resul”den kast olunan “peygamber” değildir. Resul genel bir ifadedir. Çünkü ayeti kerimede Rabbimiz:
"Allah, meleklerden ve insanlardan resuller seçer" [13] buyurmuştur.
Hepimiz Yasin-i Şerif’i okuyoruz. Yasin-i Şerif’in ikinci sayfasında Allah-ü Teâlâ Hazretleri:
"Onlara ashab-ı karyeden şehir halkından misal ver. Biz onlara mürsel gönderdik iki kişiyi gönderdik" [14] buyurmuştur. O iki kişi İsa aleyhisselamın havarilerindendir. Buradan anlıyoruz ki resul kelimesi, sadece peygamber manasına gelmiyormuş. Dolayısıyla hiç şüphesiz Allah-ü Teâlâ razı olduğu kullarına gaybı bildirir. Ehlisünnet vel Cemaat’in bu husustaki anlayışı şudur:
Gaybı Allah bilir. Dilerse Allah kuluna bildirir. Efendimiz aleyhissalatü vesselam buyuruyorlar ki; "Geçmiş ümmetler içinde vukuundan önce bazı şeyleri haber veren keramet ehli zatlar var idi." (Yani, hadiselerden haber veren keşif keramet sahibi insanlar vardı.) "Ömer de O kimselerdendir" [15]
Cennet Mekân Üstadımız Abdullah Baba Hazretleri ile Konya'da bir meclisteydik. Zikrullah yapıldı. Cennet Mekân zikrullahtan sonra müsaade etti. Bazı arkadaşlar yanında kaldık. Otururken bir sessizlik oldu. Cennet Mekân Abdullah Baba’m döndü dedi ki.
"Oğlum şu Müslümanlara eziyet eden Raşit Dostum yok mu? Afganistan'da şu anda karargâhını bombaladılar." Biraz durdu, "Öldü diyecekler ama o ölmedi. Türkiye'ye getirip burada tedavi edecekler." dedi.
Tabi Efendimin zaman zaman bu tür çıkışları olurdu. Eve geldik, televizyonu açtık. İlgili bir haber göremedik. Ertesi sabah kahvaltıdan sonra tekrar haberlere baktığımızda "Raşit Dostum öldü" diye alt yazı geçti. Efendim dedi ki "Oğlum böyle diyorlar ama değil" O gün akşam oldu. "Raşit Dostum'u Katar Hastanesine getirdiler" diye, haberleri dinledik.
Şunun ısrarla altını çiziyorum; Konya neresi, Kabil neresi, mezarı şerif neresi. Bu hadiseler vuku bulurken biz, Cennet Mekân Abdullah Baba’mla Konya'da herhangi bir evde oturuyorduk. Demek ki Allah-ü Teâlâ dostlarına bildirdiği zaman evliyaullah da bilir. Ne diyordu Rabbimiz:
“Kulumu sevdiğim zaman, onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. O, Benimle görür. Benimle işitir. Benimle tutar. Benimle yürür. Bana sığınırsa onu himaye ederim. Benden bir şey isterse kendisine veririm.” [16] Rabbim şefaatlerine nail kılsın inşallahu Rahman.
Rüya haktır kardeşlerim. Peygamberliğin kırk altı cüzünden bir cüzdür. Vahiy yirmi üç yılda geldi. Yirmi üç yılı kırk altıya böldüğünüz zaman altı ay ortaya çıkar. Vahyi ilâhî Efendimize altı ay rüya yoluyla geldi.
Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem:
"Benden sonra mübeşşirat kapısı açıktır, Nübüvvet kapısı kapalıdır." buyuruyor.
Sahabe:
"Nedir Ya Rasulullah mübeşşirat kapısı?" dediklerinde.
Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem:
"Ümmetimin görmüş olduğu sahih rüyalardır" buyuruyor.
Rüyayı Allah-ü Teâlâ dilediğine gösterir. Allah'ın gayrısında kimse rüya gösteremez. Rabbimiz Kur’an-ı Azimüşşan’da rüyadan bize şöyle haber veriyor:
Firavun dedi ki "Ben rüyamda yedi semiz ineği, yedi zayıf ineğin yediğini; ayrıca yedi yeşil başak ve yedi de kuru başak görüyorum." [17]
Kim gördü bunu? Firavun gördü. (Firavun eski Mısır’da hem kraldır hem de ilah olduğuna inanılan kişi demektir.) Firavunun rüyası doğru çıktı mı? Allah-ü Teâlâ, Yusuf aleyhisselama rüyanın tabirini yaptırdı. Yedi yıl bolluk, yedi yıl da darlık olduğunu gördü de firavun iman etti. İsmi de “Akineton” oldu. Akineton, Allah'a inanan kimse demektir.
Unutmayınız! Allah, kevni ayetlerini göstermek için kâfir bile olsa rüyayı sahîhâ gösterir. Allah-ü Teâlâ dilediğini dilediğine gösterir. Bundan acziyet duymaz. Zira her şey Allah’ın elindedir.
Kanser hastası olan kardeşlerimizden biri bir rüya görmüştü. Rüyasını şöyle anlattı:
"Beni uzun bir eleğin üzerine yatırdılar. Başta Abdullah Baba’m olmak üzere Geylani Hazretleri, Rufai Hazretleri, Mevlana Hazretleri de dâhil bütün piranlar vardı. Beni o eleğin üzerinden bastırıyorlardı. Eleğin altına etlerimin kıyması çıkıyordu. Çıkan kıymalar aşağıda tekrar bütünleşiyordu. Bütünleşenleri tekrar eleğin üzerine koyuyorlardı. Bu şekilde ezâ ve cefâ çekiyordum. Sabah kalktığımda yatağımın içerisi terden su olmuştu."
Bu rüyayı Abdullah Baba’ma anlattığımda Asrımızın Maneviyat Sultanı Cennet Mekân buyurdular ki:
"Oğlum, ahirete günahsız gitsin diye, Allah-ü Teâlâ günahlarını ruhuna azap olarak çektirmiş. Şimdi selamete çıkmış inşallah."
Demek ki insan rüyada imtihan da oluyormuş. Cennet Mekân Abdullah Baba’m bu hususa büyük ihtimam gösterir, dikkat çeker ve:
"Allah, kaderinize tahakkuk etmiş bir bela ve musibet varsa rüyanızda geçirsin evladım" diye dua ederdi. Rabbim şefaatine nail kılsın inşallahu Rahman.
Keramet haktır. Allah-u Zülcelal ve Tekaddes Hazretleri, ikram ve iltifat olarak sevdiği kullarına bu şekilde olağanüstü halleri gösterir.
Keramet hususunda Cennet Mekân Abdullah Baba’m şöyle buyururdu:
"Hiçbir peygamber hiçbir evliya, şu iki şeyi yapamaz: Bir topraktan âdemi meydana getirip canlandıramaz. İkincisi babasız bir insanı meydana getiremez."
Bazılarınızın aklına takılabilir; İsa aleyhisselam çamurdan kuş yaptı, uçurdu diye. Kuşlarda yani hayvanlarda ruh olmaz, onlarda can olur. Ben ruhtan bahsediyorum. Ayet-i kerimede Rabbimiz ruhla ilgili "Ruhtan sorarlar. De ki: Rabbimin katında bir ilimdir. Ruh başka bir şeydir. Allah’ın ilahi nevhâsıdır." [18] buyurmuştur.
Keramete dönecek olursak şüphesiz Rabbimiz evliyasına olağanüstü haller verebilir. Sahabeyi Kiram Efendilerimizden örnek verecek olursak:
Hazreti Ebu Bekir radıyallahu anh hutbe irad ederken bir ara durdu. Müseylemetül Kezzap isimli sahte peygamberin, Müslimi Havlânî radıyallahu anh Hazretlerini esir aldığını gördü. Müseylemetül Kezzap "İslam dininden dön, dönmezsen seni ateşe atacağım." diyordu. Müslimi Havlânî Hazretleri de iman şahikası şu sözlerle cevap veriyordu; "Lâ ilâhe illallâhül melikül hakkul mübîn Muhammedün rasulullâhi sâdikul vâdiul emîn. Asla davamdan dönmem. At beni ateşin içine" Müslimi Havlânî Hazretlerini ateşin içerisine attıklarında Ebu Bekir Efendimiz, sahabeyi kirama dönüp diyor ki, "Elhamdülillah, İbrahim aleyhisselamı ateşin yakmadığı gibi ümmeti Muhammet’ten de ateşin yakmadığı kimseler var. Müslimi Havlânî ikindin buraya gelecek. O kardeşimizi karşılamak için hazır olunuz."
Hazreti Ebu Bekir Efendimiz arada üç dört günlük yol mesafesi olmasına rağmen hadiseyi sanki canlı yayın seyreder gibi seyrediyor…
Hazreti Ömer Efendimizde de benzer bir hadise vuku buluyor. Kürsüde vaaz ettiği sırada bir anda perde açılıyor. Nihavent’te İslam ordularının başındaki Sare isimli İslam kumandanının zorda olduğunu görüyor: "Ey Sare! Cebele cebele! İslam düşmanları, arkandan geliyor. Dikkatli ol." diye ikaz ediyor.
Bunlar hep Allah'ın ikram ve iltifatıdır. Çünkü bunlar, Hazreti Peygamber aleyhissalatü vesselamın mucizesi olarak onlara geçmiştir.
Bir defasında Efendimiz aleyhissalatü vesselam oturuyorlar. Bu sırada İslam ordusu savaşta, Hazreti Ali Efendimiz de orduda. Efendimiz savaş meydanını müşahede ediyor. Bir anda Efendimizin yüzünün rengi değişiyor. "Ya Ali! Arkana bak, arkana" diyor. Efendimiz aleyhissalatü vesselamın yüzü tekrar mütebessim... Sohbetine devam ediyor. İki ay sonra Hazreti Ali savaştan dönünce soruyorlar; "Ya Ali! Yaşadığın en garip hadise nedir?" O da diyor ki; "Vallahi düşmandan o kadar yorulmuştuk ki bir kenara geçtim, oturuyordum. Tam uyumak üzereydim ki Allah’ın Rasulünün sesini duydum. "Ya Ali! Arkana bak" dedi. Hemen kalktım. Arkama baktığımda düşman askerini gördüm ve hemen onu bertaraf ettim." Allah'ım şefaatlerine nail kılsın inşallahu Rahman.
Konyalı kardeşlerimizden birisi bundan dört yıl önce babasına diyor ki; "Baba, Üstadım Abdullah Efendi Hazretlerini anma programına gidiyoruz. Senide götüreyim, türbesini bir ziyaret et. Himmetinden, feyzinden istifade edersin."
Babası da "Tamam oğlum" diyor. Beraber geliyorlar. Babası, Efendimi ziyaret ediyor. Nevşehir’den tekrar Konya'ya dönüyorlar. Kardeşimizin babası bir müddet sonra hastalanıyor. Doktorlar müdahale etseler de ellerinden bir şey gelmiyor…
Kardeşimizin babasının ağrıları git gide artıyor. Bununla birlikte büyük bir korku ve endişe oluşmaya başlıyor. Kardeşimiz diyor ki "Sabahleyin kapıyı açtım. Babamın yanına girdiğimde, babamın gayet mutlu ve neşeli olduğunu gördüm. Baba "Hani senin ağrıların ne oldu?" dedim. Babam da, gel oğlum gel, sana bir şey anlatacağım:
“Bugün sabah ezanı Muhammediye okunurken Üstadın Abdullah Efendi yok mu? Kapıyı açtı. İçeriye girdi. Selam verdi. Elini karnıma koydu. 'Evladım, sen Bizi ta oralara gelip ziyaret edersin de Biz seni böyle sıkıntılı anında yalnız bırakır mıyız? Hem endişe etme. Öğleden sonrada senin emanetini alıp götüreceğiz' dedi. Oğlum ne ağrım kaldı. Ne korkum kaldı." Oğlu da bunu telefona kaydetmiş. Aynen dediği gibi öğleden sonrada ahirete irtihal etti ve cenaze namazına katıldık.
Ben, bir “Mürşid-i Kâmil”den, Kaldırım Mezarlığında yattığını zannettiğiniz bir “Mürşid-i Kâmil”den bahsediyorum. Asıl kör olan, asıl ölü olanlar bu hakikatleri görmeyenlerdir. Onun için kardeşlerime diyorum ki maddi manevi her sıkıntınızda, “Himmet Üstadım” deyiniz. Size kimse şirktir falanda diyemez. Zira Allah’ın dostları ölü değildir. Onların ruhaniyetleri daima hazır ve nazırdır. Rabbimiz:
"Senin Rabbinin askerlerini ancak senin Rabbin bilir." [19] buyurmuştur.
İbni Kesir Tefsirine de bakabilirsiniz. Bu hadiseyi Hazreti Ali (kvc) Hazretleri rivayet ediyor:
Hazreti Peygamberi defnettik. Aradan üç gün geçmişti. Arabî bir delikanlı geldi. Hazreti Peygamber aleyhissalatü vesselamın kabrinin üzerine yattı. Gözyaşları içinde:
“Ya Rasulullah! Rabbim, Nisa suresinde,
“Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman Sana gelseler de Allah'tan günahlarının bağışlamasını dileseler ve Peygamber de onlara bağışlama dileseydi, elbette Allah'ı tövbeleri çok kabul edici ve çok merhametli bulacaklardı.” [20] buyuruyor. Gördüm ki Sen topraklar altında yatıyorsun. Benim bu günahlarım ne olacak Ya Rasulullah.” dedi.
O delikanlı ağladı ağladı, gitti. Kapıdan çıkmak üzereydi ki Cenabı Peygamber aleyhissalatü vesselam karşıma dikiliverdi. Dedi ki:
“Ya Ali! O delikanlıya söyle, Biz ölü değiliz. Anasından doğduğu gün gibi günahlarını Allah affetti."
Onun için ayeti kerimede:
"Biliniz ki O Allah'ın Rasulü sizin aranızdadır" [21] buyuruyor.
Onun için kişilerin bedenleri şu gördüğümüz mülk âleminden çekilir. Ancak âlemi ervahta sürekli hazır ve nazır olur.
Nerde olursa olsun Abdullah Baba’mdan istimdat isteyiniz, himmet dediğiniz zaman gelir. Abdestsiz olduğunuz zaman biraz yavaş olur. Ancak üç İhlas bir Fatiha’yı Şerife’yle himmet dilerseniz anında gelir.
“Efendim, çok acil bir durumum olduğu zaman ne yapayım?” diye sormuştum.
Cennet Mekân:
"Ya Muin Dahilek Abdullah Baba, dersen oğlum Bizim tellallarımız var. Allah'ın izni inayeti ile sözün bitmeden yanında olurlar" buyurmuştu.
Bir de atamız, dedemiz Fatih Hazretlerinden de şu nükteyi yapayım sohbeti sonlandıracağım.
Fatih Sultan Muhammed Han Hazretleri:
"Büyük sıkıntılar içerisinde kuşatmayı bir türlü fethe dönüştüremiyordum. Bunun endişesi içerisindeydim. Bir ara dedim ki "Ya Rabbi! Senin Ricalül Gayb Erenlerin nerede?" Sonra da "Ey zamanın kutbu olan şahıs! Neredesin? Yetiş de bize imdat et" dedim. “Karşımda beyaz at üzerinde nurânî bir zatı gördüm. Bizimi çağırdın sultanım” dedi. “Siz kimsiniz?” diye sordum. “Benim adım Ubeydullah Ahrar” dedi" (O dönemde zamanın kutbu Ubeydullah Ahrar Hazretleriymiş.) "Efendim ben bir ordu çağırmıştım, maneviyat ordusunu… Tek başınıza mı geldiniz?" dedim. "Atından indi. Cübbesini bir açtı ki arkasında Bedir’in Aslanları dahi saf saf olmuş İslam orduları vardı."
Biz Çanakkale'de de, Kıbrıs Harbi’nde de, ölülerimizle beraber bu vatan topraklarını müdafaa eden bir topluluğuz. Rabbim akıbetimizi bu neşe üzere daim kılsın inşallah-ü Teâlâ.
Rabbim Abdullah Baba’mın himmetinden, feyzinden, bereketinden bizleri göz açıp kapayıncaya kadar ayırmasın.
Allah hepinizden razı olsun. Haklarınızı helal edin. Allah'a emanet olun inşallah.
[1] (Ankebut/2)
[2] (Âl-i İmran/140)
[3] (Bakara/137)
[4] (Âl-i İmran/32)
[5] (Nisâ/80)
[6] (Ahzab/66)
[7] (A’râf/159)
[8] (A’râf/181)
[9] (Haşr/7)
[10] (Nisa/69)
[11] (Cin/26)
[12] (Cin/27)
[13] (Hac/75)
[14] (Yasin/13)
[15] (Tirmizi)
[16] (Buhari, Ibnu Mace)
[17] (Yusuf/43)
[18] (İsrâ/85)
[19] (Müddessir/31)
[20] (Nisa/64)
[21] (Hucurat/7)