Abdullah Baba Hz.lerinin 14. Vuslat Töreninden Nuri KÖROĞLU Hocamızın Konuşması
Bizleri yoktan var eden Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun. Sonsuz salat ve selam, İki Cihan Serveri Hazreti Muhammed’e (sallallahu aleyhi ve sellem) ve Onun âline ve ashabına ve kıyamet sabahına kadar Onun yolundan geleceklerin üzerine olsun.
Bugün Varis-ül Enbiya, Büyük Allah Dostu, Hadim-ül Fukârâ Abdullah Gürbüz (ks) Hazretlerinin ahirete irtihalinin 14. yıl dönümü münasebetiyle toplanmış bulunmaktayız. Rabbim himmetlerini, feyzlerini ve bereketlerini üzerimizde daim kılsın.
Şahsiyeti maneviyesi etrafında toplanmış olduğumuz böylesi mürşid-i kâmil zatların manevi derecelerini, fazail ve kemalatlarını, Âlemlerin Rabbi olan Allah’ımız kutsi hadiste bize şöyle haber vermektedir: “Kulumun Benimle meşgul olması arttığı zaman kulumun arzusunu, isteğini ve lezzetini zikrim üzerine daim kılarım. Kulumun arzu ve isteği, Benim zikrim olduğu vakit, kulum Bana âşık olur. Ben de kuluma âşık olurum. Kulum ile aramdaki perdeleri kaldırırım. Beşeriyet yanıldığı zaman onlar yanılmazlar. Onların sözleri peygamberlerin sözleri gibidir. Ne zaman ki yer ehline azap edecek olur isem, o dostlarımı anarım da onlar hürmetine bu bela ve musibeti üzerlerinden kaldırırım.” Böyle bir mürşid-i kâmilin manevi sofrasında bizleri buluşturduğu için Rabbimize hamdolsun.
Sadece biz onları ziyaret edip onları burada hatırlamıyoruz. Maneviyat erbabı kendilerini ziyaret edenlere de mukabele ederler. Ebu Hureyre radıyallahu anhın rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) buyuruyorlar ki; “Bir kimse Allah dostu bir zatın kabrini ziyaret edecek olur ise, o Allah dostu olan zat, o kimsenin selamını alır. Onu tanır. Ve ona mukabele eder. O kimse oradan ayrılana kadar onun yanından bir an olsun ayrılmaz.” Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) yine hadis-i şeriflerinde şöyle buyurur: “Kim bir Allah erini ziyaret edecek olursa melekler derler ki sen ne devletli bir kulsun ki cennet ehlinin amelini işliyorsun.” Arş-ı Rahman’ında Allah-u Zülcelal ve Tekaddes Hazretleri buyururlar ki: “Abdi zareni-kulum Beni ziyaret etti. Dostumu ziyaret etmekle Beni ziyaret etmiş oldu. Her ziyaret edilen ziyaret edene bir ikramda bulunur. Benim ikram ve iltifatım o kulların üzerine cennet ve cemali ilahiyemdir.” Rabbim bu şerefe nail olanlardan kılsın inşallahu Rahman.
Ahir zamanda, fitne ve fücurun arttığı bir dönemde Allah dostlarının sofrasında bulunmak gerçekten meşayıhı kiram hazeratının ifade ettiği gibi büyük bir devlettir. Rabbim daim kıl diye dua ediyoruz.
Efendimiz (aleyhissalatü vesselam) “Ahir zamanın fitneleri arttığında ümmetim arasına tefrikaların yayıldığı bir zaman da ümmetimde iki sarhoşluk meydana gelecek. Bir tanesi hubbul iştir. Yeme, içme, gezme, tozma, yatma, eğlenme hastalığı meydana gelecek. Onlar, Allah’ı ve Resulünü unutacaklar, zevk ve sefaya dalacaklar. İkinci bir zümre zuhur edecek, bu zümrede hubbul cehil. Yani kendilerine göre ilim tahsil etmişler ancak biz halkın içerisinde münevver kimseleriz, aydın kimseleriz. Biz çobanlardan vs. daha üstünüz diyen bir zümre zuhur edecek. Oysa onlar ebu cehildir. Yani cahillerin babasıdır. Zira onlar ne Allah’ı ne de Resulünü ne de nerden gelip nereye gittiklerini bilirler. İşte bunların zuhur ettiği dönemde Allah’ın kitabı Kur’an’dan; şu Allah’ın emridir, şu da Allah’ın nehyidir, şu da sünneti Resulullahın uygulamasıdır, diyen Benim ve ashabımın yolunu takip eden bir zümre çıkacaktır. İşte o zümre (Tevbe/100) “وَالسَّابِقُونَ الأَوَّلُونَ مِنَ الْمُهَاجِرِينَ وَالأَنصَارِ”, “Onlar Benim ensar ve muhacirim gibi olan ashabımdan sayılırlar” diyor.
Ya Rab! Bizi o zümreden eyle!
İşte kardeşlerim, ahir zamanın fitnesinin ve fücurunun ayyuka çıktığı, Din-i Mübîn-i İslamiye’yi tahrif etmek için ellerinden geleni yaptıkları bir zamandayız. Dünyanın dört bir yanından ülkemizin etrafını ihanet şebekelerinin kuşattığı ve içerideki türevilerin de ülkemizi sarmış olduğu bir dönemi yaşıyoruz.
Her zamankinden daha fazla Kur’an ve Sünnet-i Rasulullaha ihtiyacımız var. Onun için doğru bir itikat üzere olmak lazım.
Hazreti Muhammed (aleyhissalatü vesselam) Hazretlerinin yolu ve usulü nedir? Onu Büyük Evliya Abdullah Gürbüz (ks) Hazretlerinin inşallah manevi tembihleriyle ve bize yapmış olduğu ikazlarla anlatmaya çalışacağız:
Hazreti Ali (keremallahu veche) geliyor:
“Ya Rasulullah Allah’a vuslat bulacağımız yol, Sizin sünnetinizin ihyası nedir? Bize haber verir misiniz?” deyince,
Efendimiz (aleyhissalatü vesselam):
“Eşşeriatü ehval, vet tarikatü efal, vel hagigatü hal ve marifetis sırri ve zikrullahi enisi ve savmu hücceti ve gurratü ağnı fis salati: Ya Ali şeriat Allah’ın emri ve nehyidir. “Ettarikatü efal” Tarikat Benim sünnetimin ifasıdır, uygulamasıdır. Bununla kişi Allah’a yakınlık elde eder. Hakikatte ilmel yakinden aynel yakine geçmektir. Allah ile âşıklık maşukluk halimdir. “Ve marifetis sırri” O da fenafillah ki Allah ile aramda sırdır. Ancak ya Ali “Ve zikrullahi enisi” Zikrullah bu yolda Benim yoldaşımdır. Ben bu zikrullah ile nefsi terbiye, kalbi tasfiye ederim. “Ve savmu hücceti” Oruç da Benim için delildir. “Ve gurratü iğni fis salati” Muhakkak ki namaz da iki gözümün nurudur. Ben hakkı ve hakikati, hakkı ve batılı namazın nuru ile görürüm. Bunları bu şekilde ifa edeceksiniz.” diyor ve Hazreti Ali (keremallahu veche)’ye zikrullahı telkin ediyor.
Rasulullah (aleyhissalatü vesselam) Efendimizin saydığı bu usul ve kaideler, insanın kendi kendine, kendi başına yapacağı işler değildir. Muhakkak ehline erbabına danışması gerekir ki bunlar “Mürşid-i Kâmiller”dir.
Onun için Rabbimiz “يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اتَّقُواْ اللّهَ وَكُونُواْ مَعَ الصَّادِقِينَ - Ey iman edip takvaya erenler salihlerle beraber olunuz.” (Tevbe/119)
Peki, bu salihler dediği zatlar kimler Fatiha-i Şerife’yi okuyoruz.
Diyoruz ki “اهدِنَا الصِّرَاطَ المُستَقِيمَ - Allah’ım doğru yolu ilet.” devam ediyoruz.
“صِرَاطَ الَّذِينَ أَنعَمتَ عَلَيهِمْ - Ya Rabbi in’âm ve ihsan edip doğru yola ilettiğin kimselerin yoluna”
Peki, Allah’ın in’âm ve ihsan ettiği kullar kimler?
Yine Kur’an’a müracaat ediyoruz.
“وَمَن يُطِعِ اللّهَ وَالرَّسُولَ فَأُوْلَئِكَ مَعَ الَّذِينَ أَنْعَمَ اللّهُ عَلَيْهِم - Kim Allah’a ve Resulüne tabi olacak olur ise Allah’ın in’âm ve ihsanda bulunmuş olduğu kullarla beraber olur.” (Nisa/69)
Kimmiş onlar?
“مِّنَ النَّبِيِّينَ وَالصِّدِّيقِينَ وَالشُّهَدَاء وَالصَّالِحِينَ - Nebiler, şehitler, sadıklar ve salihlerle beraber olurlar” (Nisa/69) diyor.
Bir başka ayet-i kerimede (Maide/35) “يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اتَّقُواْ اللّهَ وَابْتَغُواْ إِلَيهِ الْوَسِيلَةَ وَجَاهِدُواْ فِي سَبِيلِهِ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ” Bu ayetin tefsirine meşayıh-ı kiram diyorlar ki: Bir kişi iman edecek iman ettikten sonra İslam’ın gereğini yapıp takvaya erecek, takvaya erdikten sonra “وَابْتَغُواْ إِلَيهِ الْوَسِيلَةَ” dediği Peygamber varisi mürşid-i kâmilin eteğinden tutacak. O manevi önderin himayesi altında “وَجَاهِدُواْ فِي سَبِيلِهِ” Allah yolunda mücahede edecek.
Cihad iki türlüdür. Bir vatanı, canı ve namusu için yapılan savaştır. Şimdi Afrin’deki Mehmetçiğimizin yaptığı savaş gibi.
Diğeri de nefis ile cihad vardır ki; Efendimiz (aleyhissalatü vesselam) “Nefis ile cihad, cihad-ı ekberdir.” buyurmuştur. İşte ayet-i kerimenin anlattığı budur: Bir mürşid-i kâmile müntesip olduktan sonra “وَابْتَغُواْ إِلَيهِ الْوَسِيلَةَ” vesileye tabi olduktan sonra “وَجَاهِدُواْ فِي سَبِيلِهِ” mücahede edin Allah yolunda “لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ” umulur ki kurtuluşa erersiniz, diyor.
Ey Rabbim! Üstadım gibi bir mürşid-i kâmilin eteğinden ayırma diye dua ediyoruz, inşallah.
Efendimiz (aleyhissalatü vesselam) “اَلَٓا اِنَّ اَوْلِيَٓاءَ اللّٰهِ لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَۚ” Yunus suresi 62. ayeti kerimesinin manasını verirken de, mürşidi kâmil olan zatların övülen kimseler olduğuna işaret etmişlerdir. Öyle olunca mürşid-i kâmile müntesip olmadan Allah’a vuslat bulmak mümkün değildir. “Ulema-u ümmetike enbiya-i beni İsrail - Benim ümmetimin âlimleri beni İsrail peygamberleri muadilidir.” Burada kastedilen:
Peygamber varisi olan âlim ifadesi geçiyor. Bu ilahiyat okumuş kimseleri falan kastetmiyor. Şeriatla amel etmiş tarikatla Allah’a süluk edip ilm-i ledüne ulaşmış kimseleri kastediyor.
Çünkü Allah-u Teâlâ ayet-i kerimede hikmet ehli ile ilim ehlini ayırmıştır.
Allah-ü Teâlâ; “وَيُعَلِّمُهُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ - O peygamber size ilmi ve hikmeti öğretir” (Âl-i İmran/48) buyuruyor.
İlim âlimin işidir. Hikmet de meşayıh-ı kiramın işidir. Onun için Efendimiz (aleyhissalatü vesselam) “Mecalesetül ulemau tezidul ilm - Siz bir alimin yanına varacak olursanız ilminiz ziyadeleşir.” “Mecalesetül hukema u yuhyil kalbel meyyite bi nuril hikme - Eğer hikmet ehlinin yanına varacak olursanız, hikmet nuruyla kalplerinizi diriltir o Allah’ın evliyası” diyor.
Eğer böyle olmamış olsaydı, allame (Her ilimde ihtisas sahibi, çok büyük alim) İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri “Ömrümün son iki yılında Cafer-i Sadık Hazretlerinin himmetine mazhar olmasaydım ben de ziyandaydım.” Niye desin?
İmam-ı Şafi, İmam-ı Ahmed bin Hanbeli Hazretleri allame iki tane mezhep imamı, Şeyban-ı Rai Hazretlerine müntesip oldular. Şeyban-ı Rai kimdir? Deve çobanı ümmi bir zat. Ancak Peygamber varisi bir zat. Hikmet ehli bir zat.
Onun içindir ki Şems-i Tebriz-i Hazretlerine Mevlana Hazretleri bend olmuştur. İşte Allah-u Teâlâ’nın evliyasının manevi himmet ve feyziyle insan kemale erer. Onlara müntesip olanlar sadece bununla da kalmaz.
Efendimiz (aleyhissalatü vesselam) Hazretleri buyuruyorlar ki “Yarın mahşer gününde her beşerin nesebi muhakkak kesilecek. Soyunda sopunda eksiklikler olacak, kesilecek. Ancak, Benim nesebim ve sebebim kalacak.”
Meşayıhı Kiram bu hadis-i şerif hakkında şöyle diyorlar;
“Rasulullah Efendimizin nesebi Hazreti Fatıma Annemizden, Hazreti Hasan ve Hazreti Hüseyin’den devam eden “Seyyid ve Şerriflik” yoludur.
“Sebebim devam eder” dediği de, “Peygamberin (sallallahu aleyhi ve sellem) halifesi olan bir mürşidi kâmile müntesip olanlarda, Efendimizin manevi evlatlarıdır” diyorlar.
Ne büyük bir bahtiyarlık ki böyle bir mürşidi kâmile müntesip olmakla, Efendimiz (aleyhissalatü vesselam)’ın evladı maneviyesi olmaya da Rabbim bizleri ilhak etsin, diye inşallah dua ve niyaz ediyoruz.
İşte ahir zamanda, yani fitneye ve fücura düştüğümüz bu dönemler içerisinde, doğru itikadın ne kadar önemli olduğunu anlıyoruz. Çünkü o zatlar, gerek insan ölürken, gerek kabirdeyken, gerek haşır ve neşirdeyken, gerek mizanda gerek de sıratta iken şefaat etme hakkına haiz Allah’ın evliyalarıdır.
Bunlara bazılarının itirazı olabilir. Onun için bir tane hadisi şerif okumak istiyorum;
İbn-i Abbas (radıyallahu anh) Hazretleri buyuruyorlar ki;
Efendimiz (aleyhissalatü vesselam) “Yarın mahşer gününde sıratın başına abidlerden ve peygamber varisi evliyalardan bir zümre getirilir. Abide denir ki “Sen yapmış olduğun ibadet ve taatin karşılığı olarak hadi cennete git. Allah’ın sana vermiş olduğu ikramlardan faydalan derler.” O meşayığa da derler ki “Allah’ın peygamberi vasıtasıyla müjdelemiş olduğu şefaat hakkını kullanman sana verilmiştir. Şimdi sana tabi olanların cümlesini burada kurtarabilirsin, der ve o kimse şefaate nail olur.” Peygamber (aleyhissalatü vesselam) sahabe-i kiramın şaşkınlığını görünce:
“Vallahi Arş’ın gölgesinde peygamberlerle kıyam eden kimselerdir onlar.” diyor. Rabbim ayırmasın!
Benim böyle bir zata ihtiyacım yok. Ben kendi halimde giderim derse, ona da denir ki;
İnşallah taklid-i imandan kurtul deriz ama ondan da kurtulacak ne bir ortam var, ne de bir zaman var. Efendimiz aleyhissalatü vesselam: “Ahir zaman olunca ümmetimin imanı boğazından aşağıya inmez.”, “İnnema ete havvefu ala ümmeti zafel yakın. Benim ümmetim üzerine en çok korktuğum şey imanı yakin olmamaları, imanda sadece taklid-i iman sahibi olmalarıdır, bunlardan çok korkuyorum.” diyor.
Bunun aksini iddia edenlerin ilimle vs. kurtarırım diyenlere Kur’an’dan şöyle bir test yapmak lazım. Allah-u Teâlâ mü’minlerin vasıflarını anlatırken öyle diyor. “إِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ الَّذِينَ إِذَا ذُكِرَ اللّهُ وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ – Mü’minler o kimseler ki Allah anıldığı vakit kalpleri titreyen kimselerdir.” Var mı kalpte bir titreme? Yok.
Ayet devam ediyor. “ وَإِذَا تُلِيَتْ عَلَيْهِمْ آيَاتُهُ زَادَتْهُمْ إِيمَانًا - Allah’ın ayetleri okununca onların imanları ziyadeleşir.” (Enfal/2) Var mı böyle bir şey? O da yok.
O zaman iman hala zanda. O zaman yakîn ehli bir maneviyat erbabının himayesine girmek mecburiyetindesin.
Bu kadarını anlattıktan sonra Üstadımız Abdullah Gürbüz (ks) Hazretlerinin hikmet erbabının Allah’a nasıl vuslat bulacağıyla ilgili tembihleri ve yolunun usulü var. Ondan kısaca bahsetmek istiyorum inşallah.
Efendim Cennet Mekân hikmet ehlini şöyle anlatırdı.
“Bir mürşid-i kâmile müntesip olan insana ilk önce Allah’ın zikri telkin edilir. Zikrullah dilde başlar. Buna zikr-i lisani derler. Zikri yapar, yapar, yapar. Zikir dilden kesilir gönle düşer. - Gönül dediğimiz kalp değildir. Hazreti Peygamber (aleyhissalatü vesselam) Hazretlerinin ilk evvela nuru yaratılmıştır. Allah-u Teâlâ nurunu yaratmıştır. Sonra ruhunu yaratmıştır. Sonra da gönlü yaratmıştır. O gönül kalbin içerisine yerleştirilen bir latife, bir sırdır. Allah’ın nazargahıdır.” derdi. - Buna da zikr-i fuadi derler. Allah’ın zikrini sever, derdi Cennet Mekân. Bu zikir devam ederken zikir kalbe düşer. Kalbe düştükten sonra kişinin kalbinde ürperme meydana gelir. Öyle ki yavaş yavaş nefis Allah demeyi öğrenir. Bazen seher vakitlerinde şu da olur. İçeride Allah diye bağıranı duyar. Sağına soluna bakar kimseyi bulamaz. Omzuna bakar acaba sırtımdan mı geliyor, sonra omuzuna, sonra bakar ki kalbinin içerisinde Allah diye ses gelir. Buna tasavvufta veled-i kalp derler. Zikrullaha nefsin alışması derler. Bunlar birçok kardeşimizde olagelen şeylerdir.
Sonra nefs-i mutmainneye geldi mi zikrullah, göbek deliğinin iki parmak üstünden sadra kadar bir ateş düşer. Buna da zikr-i sanavberi derler. Sanki vücudunda ki bütün tüyleri yanar gibi hissetmeye başlar. Sonra zikrullaha devam eder. Radiye, mardiye makamına doğru geldiği vakit, zikrullah sağ böbreğine düşer. Sanki anne karnında ki çocuğun tekme attığı gibi, böbrekte bir depreşme meydana gelir ve bu meydana gelmeye başladı mı, yavaş yavaş hikmet kapıları aralanır. İnsana esmanın sırları tecelli etmeye başlar ve insan fenafillaha doğru gelir. Böbrekteki bu kasılmalara “lüb” makamı derler. Ayet-i kerimede “وَمَا يَذَّكَّرُ إِلاَّ أُوْلُواْ الأَلْبَابِ - Siz anlamazsınız ancak lüb sahibi olanlar bilir.” diyor. Onun için sohbetin başında okumuş olduğumuz ayet-i kerimede Rabbimiz; “يُؤتِي الْحِكْمَةَ مَن يَشَاء - Allah hikmeti dilediğine verir.”, “وَمَن يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ أُوتِيَ خَيْرًا كَثِيرًا - Kime de hikmet verilmişse büyük hayırlar verilmiştir.” “وَمَا يَذَّكَّرُ إِلاَّ أُوْلُواْ الأَلْبَابِ - İşte onu ancak “Ulûl elbâb” olanlar anlar” (Bakara/269) diyor. Rabbim o makamlara ulaştırsın cümlemizi aşk ve muhabbetle inşallah.
Onun için Cennet Mekân “Bir insan beş vakit namazını kılsa, kendisine telkin etmiş olduğumuz evrad-ı şerifesini yerine getirmiş olsa, kendisine isabet eden sıkıntılara sabretmiş olsa ve Allah’ın vermiş olduğu rızıklarla cömert davranıp sahavet sahibi olsa; o kimse Allah’a yâr olur, dost olur.” derdi.
Cennet Mekân Üstadımızın bize vermiş olduğu o evrad-ı şerifeler var. Ders kâğıdı diyoruz ya, o ders kâğıdını Efendimiz (aleyhissalatü vesselam) ashab-ı suffeye telkin etmişlerdir. Sonra manevi olarak, Cennet Mekân öyle buyururlardı, “Veysel Karani Hazretlerine rüyasında söyledi evladım. Şu şekilde zikrullah yapacaksın.” diye. Ne yapıyoruz? Üç İhlas bir Fatiha-i Şerife; Din-i Mübin-i İslamiye’nin Peygamberi Hazreti Muhammed Mustafa (aleyhissalatü vesselam) ve yüz yirmi dört bin enbiya, Hulefa-i Raşidin, Ashab-ı Bedir, Uhud, Hendek, Hayber, Huneyn ve onunla birlikte evlad-ı Rasul, zevce-i Rasul, zürriyet-i Rasul, İmam-ı Hasan ve yetmiş iki şühedaya. Sonra bir üç İhlas bir Fatiha-i Şerife okuyoruz. İmam ve İmameyn Hazeratına, Piri Piran Hazeratına, günümüze kadar gelen Silsile-i Şerife, büyük üstatlarımıza ve Üstadımız Abdullah Baba Hazretlerinin ruhuyla manevi bir bağlantı kurulur. Yüz tane Besmele-i Şerife okuruz. Niye okuruz biz onu? Efendimiz (aleyhissalatü vesselam) ashab-ı kirama bunları verirken hep öğrettiler. Cennet Mekân’da bize anlatmıştı. Bende size bu emaneti ulaştırmak istiyorum.
Efendimiz (aleyhissalatü vesselam) “Kim yüz tane Besmele-i Şerife’yi okuyacak olursa bir gün içerisinde o kimseye şeytanın musallat olması, vesvesesiyle o kimseyi yoldan çıkartması mümkün olmadığı gibi Allah-ü Teâlâ onun hürmetine bereket verir.” diyor.
Sonra yüz defa istiğfar okuyoruz. “Subhanallahi ve bihamdihi subhanallahil azim ve bihamdihi estağfirullah” Efendimiz (aleyhissalatü vesselam) “Ben günde yetmiş kere istiğfar ederim” diyor. Rahmet Peygamberi günde yetmiş kere istiğfar edecek ümmetinden tık yok! Aleyhissalatü Vesselam Efendimiz “O yüz istiğfarı kim okursa, denizköpükleri kadar günahları olsa Allah onu af ve mağfiret eder.” buyuruyor. Abdullah Babam Cennet Mekân da ısrarla üzerinde dururdu: “Muhakkak yapın oğlum dersinizin haricinde bunu üç yüze çıkartın” derdi.
Sonra “Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala ali seyyidina Muhammed” diyoruz. Cennet Mekân Efendim derdi ki “Evladım devamında ‘cemî-il enbiyayı vel murselin ve sahbihi ve sellim’ derseniz yüz yirmi dört bin enbiya ve onun âl ve ashabının cümlesinin ruhuna salat ve selam edersiniz ki her birinden on karşılık gelecek olursa afaki rakamlar olur rahmete bak.”
Onun için Efendimiz (aleyhissalatü vesselam) “Kim günde yüz defa salat-ü selam getirirse Allah o kimsenin yüz hacetini giderir. Bunun yetmiş tanesi ahirete, otuz tanesi de dünyaya aittir”, “Sonbaharda yaprakların döküldüğü gibi Allah o kimsenin günahlarını affeder” diyor.
Şimdi bazı ilahiyatçılar çıktılar piyasaya, “salat-ü selam getiriyorlar koro halinde müzik söylüyorlar.” falan filan diye ağızlarını sallıyorlar. Bunlar İslam düşmanı, Ehl-i Sünnet düşmanı, Allah’ın rahmetini kesmiş olduğu kimselerdir. Allah şerlerini kendi başlarına makûs etsin. Salat-ü selam getirmek Hazreti Muhammed aleyhissalatü vesselama bend olmak “Ben, Senin ümmetinim bana şefaatinle muamele eyle Ya Rasulullah” demektir.
Bakın Efendimiz (aleyhissalatü vesselam) dahi kendisi kul Muhammed olması hasebiyle peygamberlik makamına kendileri de salat ve selam getirirlerdi. Çünkü “Abduhu ve Rasuluhu” diyoruz. Rasulullah Efendimiz önce kul sonra peygamberdir. Sonra okumuş olduğumuz İhlas ve Ayet-el Kürsi’ler dünyaya haris olmaktan ahirete haris olmaya yönlendiren tesbihatlardır. Detaylara girmiyorum. Sonra da yüz tane kelime-i tevhit okuyoruz malumunuz. Yüz kelime-i tevhide devam edeceğiz. Neden? Allah muhafaza yarın ahirete gittiğimizde birinin üzerinde bir kul hakkı var ise orucumuza, namazımıza, zekâtımıza muhakkak el koyarlar. El koyulmayan amel defterinde bir tek amel vardır. O da ‘Kelime-i Tevhittir: La ilahe illallah’tır.
Zira Allah’ın zatına ait olduğu için Allah-u Teâlâ’nın zatına ait olana hiç bir beşer, hiç bir varlık hak talep edemez. Bir Kelime-i Tevhid’in karşılığına da Efendimiz (aleyhissalatü vesselam) “Yedi kat gökler ve yedi kat yerler bir kefeye konsa, Kelime-i Tevhit de bir kefeye konmuş olsa Kelime-i Tevhit yine ağır basar” diyor.
Hâsılı kelam yapmış olduğumuz zikrullah budur. Bunun zamanı da sabah namazını kılarız, münferiden veyahut cemaat halinde “Kim Allah’ın zikri ile meşgul olur, kerahat vakti çıkınca iki rekât İşrah namazı kılacak olsa tam bir hac ve umre, tam bir hac ve umre, tam bir hac ve umre sevabı vardır.” derdi Cennet Mekân. Efendimiz aleyhissalatü vesselamın hadis-i şerifleri ile hep bizleri müjdelerdi. Bir de zikrullah olaraktan Cennet Mekân Üstadımız günde yüz defa “Selamun gavlen mirrabbirrahim”i muhakkak okuyunuz, derdi. Ebu-l Alemeyn Ahmed-i Kebiri Rufai Hazretleri “Hangi evladım bu şekilde günde yüz defa “Selamun gavlen mirrabbirrahim” ayet-i kerimesini okuyacak olur ise Allah’ın izni ve inayetiyle o kimseye asla ve asla felç hastalığı gelmez” buyuruyorlar. Onun için bunlara da kulak verelim inşallahu Rahman.
Cennet Mekân buyururlardı ki: “Evladım ahir zaman fitneleri ayyuka çıktı. Sabah hanenizden çıktığınızda yedi Ayet-el Kürsi okuyun. Sağınıza birini, ikincisini önünüze, üçüncüsünü solunuza, dördüncüsünü geriye, beşincisini yukarı, altı aşağıya, yedincisini de içinize kalbinize çekin. Eğer bir de bağışlama yapacak olursanız Allah’ın izni inayetiyle hiç bir beşer ne gökten ne yerden inen hiç bir arızı durum sizi rahatsız etmez.” Bunlar da Efendim Cennet Mekân’ın tavsiyeleriydi.
Kardeşimizden bir tanesi geldi: “Efendim otobüste biz kaza yaptık. Bende dedi bağışlamaları yapmıştım. Elhamdülillah, otobüsün içerisinde yaralı olanlar da var ama bana pek bir şey olmadı” dedi. Cennet Mekân buyurdular ki “Evladım keşke üç İhlas bir Fatiha-i Şerife’yi okurken, Ya Rabbi şu otobüsteki bulunanların da ruhaniyetlerine hediye eyliyorum. Sen vasıl eyle Allah’ım, deseydin hiçbirinin burnu kanamazdı.” Onun için bu tavsiyelere inşallah-u teâlâ kulak verelim.
Yatarken Efendimizin (aleyhissalatü vesselam) sünnetini tavsiye eder: “Üç Kevser, üç İhlas, üç Felak, üç Nas, bir Fatiha, bir Ayet-el Kürsi. Otuz üç Subhanallah, otuz üç Elhamdülillah, otuz dört Allah-u ekber diyeceksiniz, yatacaksınız. Allah’ın izni inayetiyle en ufak şeytan musallat olmaz. Seher vaktinde kalkarsınız” derdi.
Aişe Validemize Ebu Hureyre Hazretleri geldi dedi ki:
“Sen bizim annemizsin, Efendimizin vefatında, (Efendimiz vefat ettiğinde Aişe Validemiz yirmi dokuz yaşındaydı. Yani Efendimizle on yıl evli kaldılar. Hani birileri diyorlar ya Ayşe Validemiz dokuz yaşındaydı falan filan diye, bunların hepsi yalan ifadelerdir. Ayşe Validemiz Mekke’den Medine-i Münevvere’ye on yedi yaşında gitti. Medine-i Münevvere’de iki yıl kaldıktan sonra Rasulullah Efendimizle evlendi. On yıl evli kaldı. On dokuz yaşındayken Rasulullah Efendimizle evlendi. Aişe Annemiz, Efendimiz (aleyhissalatü vesselam) ahirete irtihal ettiğinde yirmi dokuz yaşında idi. Dokuz demelerinin sebebi, o dönemin kültürünü bilmemelerinden kaynaklanan bir husus. Orada, o Arap yarımadasında kız çocuklarının, akıl baliğ olana kadar, yaşı sayılmaz; akıl baliğ olduktan sonra yaşı sayılırdı. Ayşe Validemizin de yaşı, on yaşından sonra sayılmaya başlandığından dolayı durum budur.)
Ebu Hureyre Hazretleri “Sen bizim annemizsin, Allah’ın Resulünün gecesinden haber verir misiniz?” deyince, bu söylemiş olduğum tesbihatı öğretti. Hatta şunu söyledi Ayşe Validemiz:
“Ben gündüz güneşte iğnemin deliğine takamamış olduğum ipi, Hazreti Peygamberin vücudunu mesh ederken, bunları okurken çıkan nurdan, iğnenin deliğine ipimi takardım.” Bu birinci husus, ikinci husus Cennet Mekân’ın kendisinden bizatihi dinlemiştim. Hazreti Fatıma Annemiz ellerini gösteriyor Aleyhisselatü Vesselama “Ya Rasulullah bu buğdayı, bulguru çekeceğim diye değirmenden avuçlarım patladı. Ne olur bana şöyle bir köle yok mu? Hizmetime versen çok zor oluyor.” deyince Efendimiz (aleyhissalatü vesselam); “Olmaz kızım. Altı yüz, yedi yüz tane ashab-ı suffe var. Çok büyük ihtiyaçları var. Onlar böyle perişan bir haldeyken bir köleyi alıp da senin himayene vermem, benim peygamberliğime yakışmaz. Bu olmaz. Ancak sana şu kadarını tavsiye edeyim ki biraz önce söylemiş olduğum tesbihatı, yatmadan önce yapacak olursan kızım, Allah’ın izni ile Allah seni ölene kadar, ihtiyarlığın dâhil olmak üzere, ölene kadar hiç kimseye muhtaç etmez” diyor.
Hani Anadolu’muz da diyoruz ya “Ele eteğe düşürme Ya Rabbi” diye ele eteğe düşmek istemeyen varsa Efendimizin (aleyhissalatü vesselam) bu tavsiyesine kulak versin inşallah-ü teâlâ.
Bir de Efendim namaz ile ilgili hassasiyet gösterirdi. Onları da söyleyivereyim. Sabah Duha namazı kılardı. İşrah namazından sonra kaylule uykusuna yatar. Saat dokuz buçuk, on sularında dört rekât, iki rekâtta bir selam verir namaz kılardı. Efendimiz (aleyhissalatü vesselam) “Duha namazına devam eden evvabindir.”, “Evvabin kimdir Ya Rasulullah.”, “Allah’a gidenlerdir” buyuruyorlar. Aleyhisselatü vesselam Efendimiz “Öğle namazının son iki rekâtını dört rekât kılana cehennem ateşi haram kılınmıştır” buyuruyor. Yine Efendimiz (aleyhissalatü vesselam) “Kim akşam namazından sonra altı rekât Evvabin namazı kılacak olur ise, anasından doğduğu gün gibi günahları af olur” buyuruyor. Abdullah Babam Evvabin namazıyla ilgili “Bütün peygamberlerin kılmış olduğu namazdır” buyururlardı.
Cennet Mekân, “Yatsı namazının son iki rekât sünnetini de dört rekât olarak kılın. Eğer böyle yapacak olur iseniz hayırlı evlatlar listesine yazılırsınız.” derdi. Şimdi yine türediler çıktılar. Üç vakit namaz vardır, falan diyorlar. Cennet Mekân’la sohbet ederken demişti ki “Oğlum bazı ihtiyarlar namaz bizden sakıt oldu. Unu eledik eleği astık, diyorlar. Bu hususta ne dersin” deyince, Efendim siz daha iyi bilirsiniz, dedim. Dedi ki mübarek: “وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتَّى يَأْتِيَكَ الْيَقِينُ - Ölüm sana gelinceye kadar ibadet ve taatlerine devam et” (Hicr/99) diyor ayet-i kerimede Allah-u Teâlâ. Sakın ha oğlum! Öğle namazı vakti girmiş olsa, sen de öğle namazının vaktini geçirmiş olsan, emri hak vaki olup ölmüş olsan, Allah o öğle namazının hesabını senden sorar, derdi.
Cennet Mekân, asla ve asla namazdan taviz verdirmezdi. Ancak şunu söylerdi: “Namazlarınız ihlas ile kılınmadığı için miraç olmuyor. Muallakta kalıyor. Onun için evladım yapmış olduğunuz zikrullahı veya kılmış olduğunuz namazları muhakkak ki başta Efendimiz (aleyhissalatü vesselam) olmak üzere bütün peygamberlere ‘Silsile-i Şerife’mize muhakkak bağışlayın. Çünkü namazınızın, zikrinizin nuru alnınızda durur. Şeytan-ı aleyhillane o nuru alabilmek için uğraşır durur. Ama siz onu bağışlayacak olursanız şeytan sizden ümidini keser.”
Hala Cennet Mekân Abdullah Babam, Hazreti Hasan ile Hazreti Hüseyin Efendimizin bir gün beraber bir seyr-i sülûğundan bahsetti. Gerçi Yunus Emre “Mürşid-i kâmilin sırrını sakla. İlikten, kemikten, kandan içeru” diyor. Ama insanlığa faydası olduğu için söylüyorum. Hazreti Hasan’la Hazreti Hüseyin Efendimiz âlem-i manada baktılar ki namaz kapısında, oruç kapısında, zekat kapısında, sadaka kapısında, hac kapısında insanlar hep fevc fevc duruyorlar. Bir kapının boş olduğunu gördüler. Dediler ki “Bu kapı ne kapısıdır?”, “Burası hiçlik kapısıdır.”, “Hiçlik kapısına insan nasıl ulaşır.”, “Bütün yaptığı ameliyelerin sevabını bağışlayacak olursa o hiçlik kapısından içeri girer.” dediler. Düşünsene oğlum, derdi, Hazreti Peygamber aleyhissalatü vesselama gittiler, dediler ki “Ya Muhammed (aleyhissalatü vesselam) falanın oğlu falan ümmetinden falanın oğlu falan bugünkü öğle namazının sevabını Sana bağışladı derse, Allah’ın Rasulünün cevabı ne olur, derdi. Rahmet Peygamberi “Ya Rabbi ümmetimden falanın oğlu falana yedi yüz misli, yedi milyon karşılık ver Allah’ım.” der mi? Ben zannediyorum ki Rahmet Peygamberi olduğu için der Efendimiz aleyhissalatü vesselam. Öyle olunca Efendim Cennet Mekân’ın bu tavsiyesine de inşallahu Rahman uyalım da inşallah eksiklerimizi tamam etmiş olalım.
Onlar vazifesinin başında elhamdülillah. Efendi Hazretleriyle ilgili yüzlerce mesele anlatabilirdik. Kerametleriyle ilgili yaşanan olağanüstü haller ile ilgili, ancak bu kadarını yeterli görüyoruz. Şu kadarını söylüyorum: Allah’ın zikrini yapınız ve insanlara telkin ediniz. “وَمَنْ اَعْرَضَ عَنْ ذِكْر۪ي فَاِنَّ لَهُ مَع۪يشَةً ضَنْكاً وَنَحْشُرُهُ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ اَعْمٰى - Kim Allah’ın zikrinden yüz çevirecek olursa dar bir geçim veririz.” (Tâhâ/124) Burada “مَع۪يشَةً ضَنْكاً” ifadesi sadece yemekle ekmekle alakalı değildir. Gönül darlığı meydana getirir. Hanzeb şeytanı sürekli vesvese gönderir. Hannas şeytanı sürekli görüntü gönderir ve insanı yoldan çıkartır. “اَلشَّيْطَانُ يَعِدُكُمُ الْفَقْرَ - Şeytan sizi fakirlikle korkutur.” (Bakara/268) diyor. Zira Kur’an-ı Kerim’de yüz otuz üç yerde şeytana dikkat edilmesi hususunda Allah’ın ikazı var. Çünkü kalbimizde havatır dediğimiz bir yön var. İlham-ı Rabbani var. Allah’tan gelen bir kapı var içimizde.” “هُوَ الَّذِي أَنزَلَ السَّكِينَةَ فِي قُلُوبِ الْمُؤْمِنِينَ - Allah müminin kalbine sekine indirir” (Fetih/4) diyor. Sonra “وَنَفْسٍ وَمَا سَوّٰيهَاۙۖ فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوٰيهَاۙۖ” (Şems/7-8) İlham kapısı vardır. Meleklere aittir. Nefis kapısı vardır. Hevacis kapısı vardır. “إِنَّ النَّفْسَ لأَمَّارَةٌ بِالسُّوءِ - Nefis şiddetli şekilde kötülüğü emreder.” (Yusuf/53) Bir de visvas kapısı vardır. “مِن شَرِّ الْوَسْوَاسِ الْخَنَّاسِ - Vesvese veren Hannas şeytanı ki” “الَّذِي يُوَسْوِسُ فِي صُدُورِ النَّاسِ - Ki o, insanların kalplerine hep vesvese verir.” (Nas/4-5) diyor.
Ve Efendim Cennet Mekân, Allah’ı zikretmedikleri için toplumda korkunç intiharlar göreceksiniz derdi. Bugün antidepresan ilaçlarının sebebi Allah’ı zikretmedikleri için: “الَّذِينَ آمَنُواْ وَتَطْمَئِنُّ قُلُوبُهُم - Biliniz ki kalpler ancak Allah’ı zikriyle huzura erer.” (Ra’d/28) ayet-i kerimesini tanımadıkları için, diyor. Rabbim zikrinde daim kılsın inşallahu Rahman. Onlar vazifesinin başında inşallah biz gereğini yerine getirelim.
Belh diyarı; Mevlana Celaleddin-i Rumi Hazretlerinin doğmuş olduğu, babası Bahaeddin Veled Hazretlerinin “Sultan-ul Ulema” lakabını aldığı ve büyük büyük dedesi İbrahim bin Ethem’in tahtının ve tacının olduğu belde. Orada bir âlim zat var. Kendisi Mesnevi Şerif ile ilgili; Arapça, Farsça ve İngilizce olarak, dünyanın birçok yerinde konferanslar veren bir kardeşimiz. Mevlana Hazretlerine âşık olmuş, Kadiri, Rufai tarikatlarına gidiyor. Ama “Mevlana Hazretlerinin memleketinde Mevlevilik yok” diye gece gündüz ağlarmış bu adam. Büyük bir âlim.
Bir gece rüyasında Mevlana Hazretleri; “Konya’ya gel.” diyor. Bunlarda bir heyet halinde Konya’ya geliyorlar. Mevlana Hazretlerini ziyaret ediyor. Yarım saat falan ağlamış yanında. Sonrada yanından gülerek ayrılmış. Mevlana Hazretleri diyor ki “Evladım taa Belh diyarından geldin, hoş geldin. Şu yanımdaki duran zatın ismi Abdullah Baba’dır. Şu yanında ki duran da bizim vekilimizdir. Adı da falandır. Bizim yolumuz Abdullah Baba’nın usulleriyle devam eder. Şimdi ikamet ettiğin yere git. Orada falancanın ismini sor. Sana söyleyecekler. İstediğin orada verilecek.” diyor.
Sevinerekten ayrılıyor. Otele varıyor, otelde soruyor. Gerekli cevabı aldıktan sonra orada diyorlar ki “Evet, biz onları tanıyoruz. Mevlana Hazretlerinin arkasında Abdullah Baba Vakfı var. Şems ve Mevlana Derneği var. Orada bulunurlar.”
Heyet halinde Abdullah Baba Vakfı’na geliyorlar. Konya’da elli altmış kişinin içerisinde o âlim zat, Mevlana Hazretlerinin işaret ettiği üzere, koşaraktan varıyor. Ağlayarak sarılıyor: “Sizin adınız falan falandır. Mevlana Hazretlerinin, Abdullah Baba’nın selamı var. Bana ders verecekmişsiniz.” diyor. Garip olan da şu, o zat da onun geleceğini bir gün önce rüyasında görüyor. Ve o insana ders verildi.
Şu anda Afganistan’ın Belh şehrinde Abdullah Baba Hazretlerinin dergâhı devam ediyor elhamdülillah.
Hani diyor ya:
“Kim Ahmet seni uzaktan tanır.
Kimi yaklaşır da kör olur gider” diye.
Rabbim kör olup gidenlerden eylemesin inşallahu teâlâ.
Üstadımızın himmetinden feyzinden bereketinden ayırmasın. Devletimize, milletimize, askerimize kuvvet, kudret versin. İnşallah-u teâlâ ahir zaman fitnelerini Üstadımızın himmet ve feyziyle aşmayı nasip ve müyesser eylesin. Rabbim hepimizden razı olsun. Hakkınızı helal edin. Allah’a emanet olun.
Esselâmu aleyküm.